StatCounter

2 Kasım 2012 Cuma

Ağlatan Bir Savaş Filminin Ardından


Genel olarak savaş filmlerini sevmem, sahneler yapmacık gelir, bir felsefesi yoktur. Etkileyici bulmam. Bu anlamda tek geçebileceğim film aslında Stanley Kubrick’in “Full Metal Jacket” filmidir. Savaşın ya da askerliğin bir insanı nasıl değiştirip bir canavara dönüştürebileceğini anlatır. Özellikle eğitimde geçen ilk bölümü beni çok etkiler. Kore sinemasına pek aşina değilim. Fakat yapım ve yönetimi bana ait olan “Koreliler” isimli belgeselden sonra, Kore savaşına ait bir film ilginç olabilir diye düşündüm ve adını duymadığım, 2004 Güney Kore yapımı “The Brotherhood of War” isimli film beni öyle derinden etkiledi ki, bir anda bu dar kapsamlı listede yerini aldı. Dayanamadım ve bununla ilgili bir yazı kaleme almaya karar verdim. IMDB Adresi http://www.imdb.com/title/tt0386064/

Film eski bir savaş gazisi olan Jin-seok Lee’nin, savaş alanında yapılan kazıda bulunanlarla ilgili olarak kazı alanına çağrılması ile başlıyor ve ihtiyar geçmişe bir yolculuk yapıyor.

1950, Seoul. Savaş henüz başlamamış.Fakir bir aile Lee’ler. Jin-seok Lee ailenin tek umudu ve üniversiteye gitmesi için umut bağladıkları kişi. Başta ağabeyi Jin-tae Lee olmak üzere, tüm aile üzerine titriyor. Ağabey, fazla zeki olmayan, kaba bir genç. Kardeşi için okulu bırakmış ve ayakkabı boyuyor. Babaları yok. Evde dilsiz anne, üç küçük çocuk ve Jin-tae Lee’nin nişanlısı Young-shin Kim yaşıyor. Fakir ama mutlu bir aile. Savaş başladığında güneydeki amcalarının yaşadığı şehre kaçmak istiyorlar ama tren istasyonunda iki genç zorla askere alınıyorlar. Savaşla ilgisi olmayan gençler, bir anda kendilerini cephede buluyorlar.
 

Ağabeyin, kardeşini kurtarmak için, aklına müthiş bir fikir geliyor: Kahramanlık yaparak kardeşinin terhis olmasını sağlamak. Komutanı ona bir teklif yapıyor. Eğer madalya alırsa, kardeşi terhis olabilir. Bu fikir ağabeye çok cazip geliyor. Kardeşi bunu hiç istemese de, her türlü cengaverlik olayına atlamaya başlıyor.
 
 

Savaş sahnelerinden bahsetmem yerinde olacak sanırım. Tüm savaş sahneleri, olanca doğallığı ile verilmiş. Bir anda insanı içine alıveriyor. Fakat bu alıverme, “Surviving Private Ryan” filmindeki gibi kaba bir gerçeklikle verilmiyor, en azından bana öyle geldi. Çok çalışılmış sahneler ve tüm efektler hakkıyla verilmiş. İnsanı etkileyen bir doğallığı var.

Jin-seok Lee’nin madalya alma isteği, onu bir anda milli kahraman haline dönüştürüyor. Artık o, tanınmış bir kahramandır. Komünistlere kin kusuyor yaptığı konuşmalarda. Aynı milletin çocukları olduğunu unutuyor ve aslında sadece politik bir düşünceden ibaret olan Komünizm üst başlığı, onun öz kardeşlerine nefret duymasını sağlayabiliyor. Ne kadar da bize tanıdık gelen bir düşünce değil mi? Bu fikirlerin çok uzağında olan ve savaş boyunca kendisini milliyetçilik ya da militarizm rüzgarına kaptırmayan kardeşi Jin-seok Lee, ağabeyini tanımakta güçlük çekmeye başlıyor. İki kardeş, birbirine yabancılaşmaya başlıyor.  Bu arada oyuncuların tipolojisinin, algımıza etkisini de anlatmak gerekir. Ağabey yetişkin bir yüze ve ses tonuna sahipken, kardeşi bebeksi yüz hatlarını ve nazik bir ses tonunu taşır. Bu da kahraman ve çekingen algısını yaratır. Kahramanların bebek yüzlü olması beklenen bir durum değildir. Erkeksi yüzlerin madalya alması beklenir klişe olarak, bebek yüzler korkak ya da çekingen olarak betimlenir sinemada.
 
Jin-tae Lee takım çavuşudur artık. Yapılan ciddi bir muharebede, kaçan Kuzey Kore yüzbaşısını canlı yakalamaya karar verir ve takımın kalanının çağrılarını dinlemeyerek yüzbaşının peşine düşer. Onunla boğuştuğu esnada, yakımdaki arkadaşı Yong-man, onu kurtarmak isterken düşman tarafından öldürülür. Bu Jin-tae Lee’nin umurunda değildir çünkü madalya alma amacında her yol mubahtır. Kardeşini kurtarmak için araç olarak kullanmak istediği madalya, bir anda yaşam amacı olmuştur. Kardeşi ile artık bambaşka dünyaların insanıdırlar ve kardeşi, ortaya çıkan bu canavardan nefret etmektedir.

Jin-tae Lee’nin savaş öncesinde Yong-seok isminde bir arkadaşı vardır. O da ayakkabı boyacısıdır ve çocuksu bir tiptir. Savaş onları ayrı kutuplara sürüklemiştir ve Yong-seok Kuzey Kore ordusuna katılmak zorunda kalmıştır. Jin-tae Lee’nin takımı, onunla birlikte beş Kuzey Kore askerini canlı ele geçirmiştir ve takım onları öldürmek ister. Jin-seok Lee için bu anlaşılmaz bir şeydir. O çocuk, onların sevgili arkadaşıdır ve ölmeyi hak etmez. Üstelik silahsız ve savunmasızdır. Tüm takıma tek başına engel olur ve onun arkadaşı olduğu gerçeğini tamamen kafasından silmiş ve öldürmek isteyen ağabeyine karşı çıkar. Sonunda bu askerleri harp esiri olarak alırlar. Ancak türlü işkencelerle. Bir gün, geri çekilmek zorunda kaldıklarında, ortaya çıkan karışıklıkta esirler isyan eder. Ölüm korkusu içerisindeki Yong-seok da onlara saldırır ve bu kez Jin-seok Lee ağabeyine engel olamaz. Savaş, arkadaşlık bağlarını da keser atar.

Savaşın bambaşka yüzleri görünür her çatışmada. Süngünün ucundaki Kuzey Kore askeri, karşısındakine yalvarır “15 yaşındayım, ne olur beni öldürme” diyen dili ve yalvaran bebeksi yüzü ile. Ama en ufak bir merhamet, tam tersi sonuç verir ve o çocuğun yüzü bir canavara, kendisi ölüm makinesine dönüşür. Savaş, canavar yapma fabrikasıdır aslında. Makineler üretir ve bu programlanmış makineler, Alev Alatlı’nın deyişi ile sadece bir dişli parçasıdır artık. Kendisini dişli parçası olarak gören asker için öldürdüklerinin herhangi bir önemi yoktur. O sadece, Hiroşima’ya “Big Boy” adını verdiği bombayı bırakan parmaktır ve kendisini uçağın pervanesinden farklı görmez. Onun için de aşağıda ölenleri bir an için bile olsa düşünmez, savaş bir bilgisayar oyunudur onun için.

Geride kalanlar için de hayat kolay değildir. Jin-tae Lee’nin nişanlısı Young-shin Kim, ailenin tüm sorumluluğunu almıştır ve onları doyurmak için Kuzey Kore’nin komünist toplantı ve mitinglerine katılmak zorunda kalmıştır. Tabii bu esnada fişlenmiştir Anti-Komünist sivil gruplar tarafından.

Jin-tae Lee, sağ yakaladığı ve uğruna Yong-man’in ölmesine ses çıkarmadığı yüzbaşıyı yakalama olayından dolayı madalyasına kavuşur. Aynı gün önce kardeşi, ardından da kendisi, ailesini bulmak için şehre giderler. Young-shin Kim’i bulurlar ama tam da o sırada kadın, Komünist olduğu gerekçesi ile tutuklanır. Jin-tae Lee artık savaşın en büyük ikilemi ile karşı karşıyadır. Savaşta kimin nerede olacağı bilinemez. En sevdiklerin, düşman tarafında görünebilir. Zavallı Young-shin’in yalvarmaları, aç kaldıkları için o toplantılara gittiğini söylemesinin, onu yakalayanların gözünde hiçbir önemi yoktur. İki kardeş Young-shin’i kurtaramazlar ve kadın vurularak toplu mezarın içine atılır. Kardeşler de komünist oldukları gerekçesiyle tutuklanırlar.
 

Jin-tae’nin hayatı tepetaklak olmuştur. Bir gün önce şeref madalyası sahibi olan bir kahraman iken, bir sonraki gün hain damgası yemiş bir tutsaktır. O, ısrarla kardeşini kurtarmak ister. Komutan buna yanaşmaz hatta esirlerin yakılması için emir verir. Bir anda bina tutuşur ve Jin-tae’nin elinden bir şey gelmez. Yanmış bir iskelete rastlar ve kardeşinin kalemini yanında bulur. İnsanlığa ait son kalan parça da yangında yok olup gitmiştir. Çıldırır. O sırada esir düşen komutanın kafasını taşla eze eze öldürür. Korkunç bir gerçeklikle çekilen sahne insanın kanını donduracak cinstendir. Jin-tae artık Kuzey Kore ordusunda birlik komutanıdır ve önemli bir psikolojik harp unsuru olarak sahnededir. Komünist düşmanı olan adam artık o ordunun kahramanıdır. Kahramanlıklar geçicidir. Savaş onları bile olduğu yerde bırakmaz.

Jin-seok Lee bu kez ağabeyini kurtarmanın ve geri döndürmenin peşindedir. Kuzey Kore cephesine kaçar ve onu bulmak ister. Ancak ağabeyi onun öldüğüne o kadar emindir ki, çatışmada, canından çok sevdiği kardeşini öldürmek ister. Habil ile Kabil bu kez sahnededir. Jin-tae tamamen bir canavara ve ölüm meleğine dönüşmüştür. Metamorfoz yüzüne yansımıştır adeta. Son anda kardeşini tanır, neredeyse öldürecektir. Ancak kardeşi ile dönmeye yanaşmaz. Artık iki tarafın da askeri olamaz, her iki taraf için de haindir. Savaşın başındaki masum ayakkabı boyacısı, savaşın sonunda arafta kalmış bir haindir artık. Kardeşini zorla gönderir ve kaçması için silahını Kuzey Korelilere çevirir. Son kahramanlığı, ölümüne sebep olacaktır. Arafta kalmış zavallı Çavuş Lee’dir o.

Ben açıkçası bu filmden çok etkilendim. Filmin çekim kalitesi ve oyunculuklarının yanında, filmin felsefesi ve kardeş kavgasına yönelik felsefi duruşu beni çok etkiledi. Sonlarda gerçekten de gözyaşlarımı tutamadım. Herkese çok şiddetle tavsiye ederken, bizim penceremizden de bakmalarını dilerim.

02.11.2012

 

 

 

31 Ekim 2012 Çarşamba

Taken-2 Filmi ve Koparttığı Gürültü


İstanbul’da çekilen ve Liam Neeson’un başrolünü oynadığı “Taken“adlı filmin ikincisi, sosyal medyada ve ardından İnternet Medyası’nda oldukça ilgi çekti ve gürültü koparttı. Tartışmaların odağında, filmin Türkiye’yi kötü tanıttığı, İstanbul’un kenar mahallelerini çektiği, polis arabalarının Murat-131 olduğu, Türkiye’nin imajını uluslararası mecrada olumsuz etkilediği konusunda tartışmalar vardı. Buna karşılık filmin yapımcıları da doğal olarak, filmin bir Türkiye tanıtımı olmadığını belirtiyorlar ve kendilerini bu şekilde savunuyorlardı. Serinin birinci filmini izledim ve bu konudaki görüşlerimi www.izgoren.com ‘daki sayfamda yazdım, yakında yayınlanacak “Sinemada Klişeler ve Milli Kompkekslerimiz” adı ile. Fakat film öyle çok merakımı çekti ki, ikincisini  de buldum ve sinema çekimi de olsa izledim. Film hakkındaki izlenimlerimi de buradan paylaşmak istedim.
 
 

 

Filmin birincisinde, emekli bir FBI ajanı olan Liam Neeson’un Fransa’ya tatile giden kızı, Arnavut mafyası tarafından kaçırılır. Bunun üzerine baba kızını kurtarmak üzere Paris’e gider ve mesleki yeteneklerini de kullanarak, mafyanın da neredeyse tamamını öldürerek kızını kurtarır.

 

İkincisi, birincinin devamı niteliğinde. Arnavut mafyasının “Godfather”i, evlatlarının ölümüne çok öfkelenir ve mezarları başında intikam yemini eder. Tesadüfen bir iş için İstanbul’a gelen Liam Neeson ile birlikte kızı ve eski eşini de beraberinde getirir. Daha doğrusu onlar Liam’a bir süpriz yaparlar. Burada Arnavutlar tarafından kaçırılırlar ve eski bir handa alıkonurlar. Liam (Bryan), mafyaya yakalanmamayı başaran kızını yönlendirir ve bir şekilde kurtulmayı başarırlar. Tabii bütün mafyayı istemeden öldürmek zorunda kalır.

 

Öncelikle, film birincisine kıyasla daha vasat. Ben açıkçası birincisindeki kadar heyecanlanmadım ya da ilgimi çekmedi. Öte yandan, ilk filmde bana göre Paris çok daha kötü gösterilmişti. İstanbul sahnelerinin o kadar kötü çekildiğini düşünmüyorum.
 
 

 

İstanbul sahnesi doğal olarak Sultan Ahmet Camisinin silüeti ile başlıyor. Bu yabancı menşeli filmlerde bir klişe. Paris çekilirken nasıl ki Eiffel Kulesi gösteriliyor ve seyirciye filmin Paris’te geçtiğini gösteriyorsa, İstanbul’un da klişe görüntüsü bu cami ve Boğaz manzarası. İlk sahnelerden birinde otelin penceresinden bakıyorlar ve muhteşem bir Boğaz manzarası görünüyor. Hepsi hayran oluyor.

 

Türkiye sınır kapısı sahnesi var ki, bu bir fecaat. Arnavutluk tarafından gelen kapı olduğu için sanırım (belki de sınır komşusu olduğumuzu sanıyorlar ya da Bulgaristan sınır kapısı olarak kabul etmişler) ormanın içinde küçücük bir kulübe ve dandik bir bariyer olarak göstermişler. Adamlar arabadan bile inmeden pasaport gösterip geçiyorlar. Burası biraz manasız olmuş.

 

Liam, kızı ile Boğaz’da bir tekne turu yapıyor ve orada kızına buranın Asya ile Avrupa’yı ayırdığını anlatıyor. İstanbul hakkında son derece olumlu şeyler anlatıyor. Bu esnada son derece hoş bir havai fişek gösterisi başlıyor ve güzel manzaralar sahneye geliyor.

 

Filmin geneli Mahmutpaşa, Kapalıçarşı, Aksaray, eski işhanları civarında geçiyor. Mantıklı alanlar da bunlar zaten. Mafyanın aileyi kaçırıp Nişantaşı’na getirmesi saçma olurdu zaten. Fakat filmde enteresan bir konu var: Film baştan sona Türk Bayrağı gösteriyor. Hatta belli bir bölümünde Neeson, yerini kızına tarif etmek için şehir  içerisinde gönderlere çekilmiş bayrakları gösteriyor. Bu bizim, Türk filmlerinde bile çok alışkın olmadığımız bir durum. Türkiye’nin tanıtımını daha nasıl yapsın adam, öyle bir görevi olmasa da. Kaldı ki, açıkçası “Laleli’de Bir Azize”, “Gemide”, “Barda” gibi filmler, çok da sevimli İstanbul manzaraları sunmuyorlar.  Onları dikkate almadan, bu filme çok gereksiz yüklenmemek gerek bence.

 

Filmin bir çok yerinde nargile içen adamlar ve nargile dükkanları var. Birkaç yerde de çarşaflı kadın görüntüleri var. Genel İstanbul silüetine bakarak, bu görüntülerin oranı çok fazla değil.

 

Liam ve eski karısının kaçırıldığı sahnede başlarına çuval geçiriliyor. Bizim askerlerimizin başına çuval geçirilmesi ile ilgili bir metafor var mı diye düşünmedim değil.

 

Arnavut mafya babasını İtalyan örneklerine benzetme çabası hissettim: “You slaughtered sons, fathers, husbands” cümlesi boğuk bir sesle bu havayı veriyor. Bu arada hep eski balina kasa mercedeslerle dolaşıyorlar.

 

Kızına kendi yerini tespit ettirme yöntemi ilginç: Kız babasının el bombalarını alıyor ve babasının at dediği yerde atıyor. Babası o bombaları nasıl geçirmiş havaalanından, neden geçirmiş, tartışılır. Birini hatta otel odasının camından, yan binanın çatısına atıyor. Bir araç patlıyor o esnada. Liam da patlama sesinin kendisine ulaşma zamanını sesin hızını hesaplayarak kullanıyor. Elde ettiği değerleri kızına bildiriyor ve kabaca harita üzerinde yerini tespit ettiriyor. Dışarıda da iki üç bomba atıyor kız. Kapalıçarşı’nın çatılarında koşuşturma devam ediyor.

 

En çok tepki alan sahne, Murat-131 model polis arabaları. Bunları seçmelerinin sebebi bir defa ucuz olması, ikincisi de sanırım sanat yönetmeninin bu araçların Türkiye klişesi olarak mantıklı olduğunu düşünmesi. Ama bu araçlar bildiğim kadarıyla hiç polis aracı olmadı. Onların yerine ikinci el Hyundai araçlar seçselerdi, hem bu kadar sırıtmayacaktı, hem de yine ucuz olacaktı. Sonuçta bu bir Hollywood filmi ve paranın bu denli ön planda olması bana da saçma geldi. Bunun tanıtım anlamında olumlu ya da olumsuz bir şey ifade edeceğini düşünmüyorum ama son derece sakil bir görüntü olmuş.

 

Amerikan elçiliğine son sürat dalıyorlar, yani çaldıkları taksi ile gerçekten dalıyorlar ve askerler de şehir içinde olmasına rağmen uçaksavarla onlara ateş ediyorlar. Daha ne kadar uçabiliriz ki? Gözünü seveyim Cüneyt Baba. Üstelik peşlerindeki araçları ekarte ettikleri ve daha fazla kovalanmadıkları halde.

 

Son bir klişe kaygısı ile yapılan Türk hamamında kavga sahnesinin ardından film mutlu sonla bitiyor.

 

Ben beğenmedim, sıkıldım ve çok saçma geldi. İlk filmin üzerine biraz zorlama bir hikaye ve zayıf oyunculuklar filmin sonunu getirmiş. İyi bir film olmaktan çok uzak. Diğer yandan film, Türkiye’yi hiçbir şekilde kötülemiyor, aksine bir çok anlamda övdüğü ve böyle bir görevi olmamasına rağmen olumlu yönde tanıttığı söylenebilir. Demek ki buradan ne mesaj çıkarıyoruz? Sosyal medyanın gazına gelme, üşenme, otur adam gibi filmini izle.

 

İyi seyirler.

 

 

30 Ekim 2012 Salı

Kolları Kavuşturma



Bugün bir yöneticim ile sabah sohbeti yaptık. Konuşmamızın başından itibaren kollarını kavuşturdu ve yaklaşık 15 dakika boyunca pozisyonunu bozmadan sohbet etti. Aslında samimi olduğum bir yöneticimdi ve neden bu pozisyonda sohbeti sürdürdüğünü anlamakta güçlük çektim. Daha sonra, konuşmanın bir bölümünde, kendisi için hazırladığım bir rapordan bahsettim. Konu son derece ilgisini çekti. Öne doğru masasında eğildi ve kollarını masanın üzerine bıraktı. Bir anda oda genişledi, sohbet rahatladı ve akışı hızlandı. Bu sayede daha farklı konulara girme şansı elde ettik.

Kollar, çevrenizle iletişim kanalınız da olabilir, ya da ördüğünüz duvar da olabilir. Herkesin bildiği bir konu gibi görünür ancak uygulamada hatalı kol kullanımları çok fazladır. Dikkat etmenin gerekliliğine bir not düşmek açısından yazdım.

20 Ekim 2012 Cumartesi

BUMERANG CİNAYETİ ve AYŞE PAŞALI


Her cinayet bir iz bırakır düşünen insanın beyninde. Habil ile Kabil’in kötü mirası bir kez daha kendini tekrarlamıştır. Yine bir insan evladı, kendi cinsinin kanına girmiştir. Meslek itibarıyla birçok cinayet gördüm, tanık oldum. Her cinayetin ardından, bunu işleyenin sebebini hep merak etmişimdir. Kimi zaman bunu öğrenebildim, kimi zaman bir muamma olarak kaldı. Fakat bu kez bir değişiklik yapmak istiyorum. Kocası tarafından katledilen ve katledilen kadınların simgesi haline gelen Ayşe Paşalı’nın basında sıkça yer alan ve ölümünden kısa süre önce çekilmiş fotoğrafları üzerinden cinayetin izlerini takip etmek, katil kocanın beyin kıvrımlarına dokunmak ve bu meyanda Sözsüz İletişimde yönelme ve uzaklaşma konularını izah etmek istiyorum.
 

 
Yukarıdaki fotoğrafı çok iyi incelemenizi ve insan ilişkileri açısından yorumlamanızı istiyorum. Aslında fotoğraf son derece açık ve net. Bu fotoğraf bildiğim kadarıyla, AyşePaşalı’nın öldürülmesinden kısa bir süre önce, kocasından yediği bir başka şiddetli dayağın ardından karakolda ya da mahkeme salonunda çekildi. Katil İstikbal Yetkin’i inceleyin. Yönü nasıl, nereye yönelmiş. Başı ne durumda? Dik mi, yatık mı? Öne doğru mu eğilmiş, geriye mi kalkmış? Ağzını inceleyin. Açık mı, yoksa öfkeyle sıkılmış mı? Kolu nerede, hangi istikameti gösteriyor? Ne kadar mesafede? Duruşu size ne anlatıyor? Eğer fotoğrafın altına konuşma balonu koymanız gerekse katilin ağzından ne yazardınız?
Şimdi de Ayşe Paşalı’nın duruşunu ve yüz ifadesini inceleyin. Nereye yönelmiş yani göğsü hangi istikameti gösteriyor? Eski kocasını mı, yoksa farklı bir istikameti mi? Baş istikameti ve gözlerinin baktığı istikamet vücudunun yönelmesi ile uyumlu mu?
Baş ve vücudu eski kocasına doğru mu yoksa geriye doğru mu eğimli? Kaşlarına ve gözlerine bakın, ifadesi nasıl? Öfkeli mi, sakin mi, boş vermiş mi, ilgisiz mi? Kaşları havada mı, yoksa aşağıda mı? Göz kapakları yukarıda mı, yoksa aşağıda mı? Dudaklarını inceleyin, kısık mı, bastırmış mı, kenarları nereyi gösteriyor? Şimdi fotoğrafın genelini inceleyin, size ne anlatıyor, fotoğrafın iletişim ya da ikili ilişkiler bağlamında bir haber ya da fotoğraf altı yazacak olsaydınız neler yazardınız?
Aslında prensip olarak bir ya da iki kare fotoğraftan hareketle sözsüz iletişim mesajlarını okumaçabasına karşıyım. Sözsüz işaretler bir bütün halinde incelenmeli ve kişilerin hareketlerinin normali tespit edilmeli ve bunun üzerinden yorum yapılmalıdır. Zaman zaman televizyon programlarına davet edilen iletişim ya da “Beden Dili” uzmanlarına rastlıyorum. Adamlara bir dizi fotoğraf gösteriyorlar ve bunu yorumlamalarını istiyorlar. Ben buna “Beden Dili Büyücülüğü” adını koydum. Aslında yaptıkları şeyin anlamsızlığının kendileri de farkında. Varılan yargıların bilimsel olmadığı da aşikâr. Ancak artık televizyona çıkmış bulundukları için bir şekilde uzmanlar(!) da buna uymak zorunda kalıyorlar. Sonuç manasız sayıklamalar olarak ortaya çıkıyor.
Fakat bu fotoğraftaki durum farklı. Ayşe PAŞALI olayını çok yakından izledik. Göz göre göre ölüme gidişine bir anlamda çaresizce baktık. Mevzuatın ne kadar yetersiz kaldığını gördük[1]. Akabinde kadın örgütlerinin sahip çıkışını ve bu olayı simgeleştirmelerine, çocuklarının isyanına ve mahkeme sürecine tanıklık ettik. Yani fotoğrafın ve kişilerin yabancısı değiliz. Bu nedenle fotoğrafları üzerinden yorum yapmakta bir sakınca görmüyorum ya da en azından çok hatalı sonuçlar çıkacağını düşünmüyorum.
Beynin Donma-Kaçma Yaklaşımı
“Bilinçli olsun olmasın, beynin tüm davranışlarımızı kontrol ettiğini anlamamız kritik önem ifade etmektedir. Bu öncül nokta, sözel olmayan iletişimi anlamak açısından temel unsur olarak görülebilir” (Navarro, Karlins, 2008).  Bu esastan hareketle, sözsüz iletişimi kavramak için öncelikle beynin yapısını bizi ilgilendiren esaslar dâhilinde incelemek gerekir. Bizim iletişim işareti olarak algıladığımız her şey, beyin tarafından üretilmektedir.
İnsan beyni üç bölümden oluşmaktadır: Beyin sapı (Sürüngen Beyni), Limbik sistem (Memeli beyni ) ve Neokorteks (İnsan beyni) (Navarro, Karlins, 2008, Joseph, 1998). Bu bölümler arasında Limbik beyin açlık ve susuzluğu gözleyerek giderilmesini sağlar ve zevk, öfke, korku ve mutluluk gibi duyguların yaşanması ve ifadesinden, sosyal-duygusal iletişim isteğinden sorumludur (Joseph, 1998).
Amigdala, limbik sistemin bu büyük çekirdeğinin önemli bir rolü vardır. Duygular bilinçaltında anılar ve limbik sistemin çalışması ile şekillenir. Amigdala, bilinçsiz
duygusal durumlar ve tecrübeler üreterek geliştirir. Esas işi çevreden gelen korkutucu ya da psikolojik olarak zarar verici verileri tanımlayarak size “kaç ya da savaş” mesajını vermektir (Hortsman, 2009). Bu sistem kalbinizi, damarlarınızı ve tükürük bezlerinizi harekete geçirir ve bu sizin kontrolünüz altında değildir. Acil bir durumda, vücut sizin bu durumla baş edebilmek için, kısa bir süre içerisinde kaslarınıza ve dikkatinizin her bir damlasına ihtiyaç duyacağınızı hesap eder, buna uygun ani tedbirleri alır (Herbert, 2007). Bu tepiler bizim milyonlarca yıllık evrimimizden getirdiğimiz özelliklerdir. İlk insanların hayatta kalması, limbik sistemin geliştirdiği stratejiler sayesinde mümkün olmuştur. Bu strateji ölümcül bir durumda vücudun donma tepkisini devreye sokmasıdır. Hayvanların birçoğunun harekete tepki verdiği dikkate alındığında bu tepki hiç de anlamsız değildir (Navarro,Karlins, 2008). Eğer donmak yeterli değil ise aynı sistem kaçma ya da savaşma mesajını vermektedir.
Ancak günümüzün modern dünyasında kaçmak için her zaman ölümcül bir tehdidin olması gerekmez. Nereye kaçacaksınız? Daracık evlerde yaşıyoruz. Benim çalıştığım odada on kişiden fazla sayıda iş arkadaşıyla çalışıyoruz. Otobüste bu akşam dip dibe yolculuk yaptık. Nereye kaçabiliriz. Ofiste sevmediğim bir adam olsa ve yasal zorunluluklar benim kavga etmemi engellese ne yapabilirim? Donma hareketi de saçma olabilir. Üstelik ne mesaj vereceğim böyle? Ne yapıyor bu adam demezler mi saksı gibi dururken?
Modern dünyanın insanları eğer bir şeyden kaçamıyorlarsa durdukları yönü değiştirirler. Bu aslında bebeklerin istemedikleri zaman memeden yüz çevirmeleriyle başlar. Kaşıktan yüz çevirme ile devam eder. Konuşmasını bilmeyen bir çocuk daha nasıl anlatabilir ki kendini? Hareket kalıcı bir hal alır. Böylece başı iki yana sallamak da, geriye atmak da hayır anlamlarına gelir. İnsan ilgisiz olduğu ya da istemediği şeye ya da kişiye ardını döner, onu da beceremezse yüz çevirir.
Ayşe Paşalı’nın o bilindik fotoğrafına bir kez daha bakalım. Ne görüyoruz? Ben iki olgu görüyorum. Artık tamamen ilgisini kaybetmiş, adamdan ebediyen kopmuş, adamla bir ilgisi kalmamış belki artık nefret bile etmeyen bir kadın. Bir de bu kopmayı hiçbir şekilde hazmedemeyen, o ilgiyi (nefret de olsa) yeniden kazanmak isteyen, bu isteğini kadına eğilmiş gözleriyle birlikte yalvararak gösteren bir adam. Adam diyoruz, kalıp, saç rengi, yaşlanmışlık böyle gösteriyor ama aslında gördüğümüz küçük bir çocuk. Birçoğumuz gibi. Annesi tarafından alabildiğine şımartılmış, yaptığı her hatadan sonra kucaklanmaya ve bağışlanmaya, asla terk edilmemeye alışmış küçük bir oğlan çocuğu. Bunca yıllık kolluk tecrübesine ve iletişim alt yapısına dayanarak şunu söylemeye kendimde hak görüyorum: Bu kadınlar geri dönmemek üzere terk edildikleri an katlediliyorlar. Bir düşünün. Fedakâr kadın aile korkusu, çocuklarını düşünmesi ve belki içinde kalan bir parça sevgi kırıntısı ile eve dönmeye her seferinde ikna oluyor. Yaramaz koca her seferinde affediliyor. Çocuksu ruhu tatmin ediliyor. Sonra tekrardan fiziksel ve ruhsal şiddet başlıyor. Ama öyle bir an geliyor ki kadın ipleri tamamen kopartıyor. Erkek küser, geri döner, defalarca hem de. Ama kadın bir kez tamamen koparttığında onun artık geri dönüşü yoktur. Biz erkekler bunu çok iyi biliriz. Adam ne zaman ki bunu anlıyor, işte o zaman içindeki hayvan uyanıyor, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu kadını öldürüyor. Bu bence böyle. Yoksa hayatı boyunca cinayet işlememiş, belki sabıkası dahi olmayan insanların cinayet işlemesini nasıl açıklayabiliriz ki? Fotoğraftaki Ayşe Paşalı artık kocasını tamamen silmiş bir kadındır, hem de bir daha geri dönmemek üzere.
 
Fotoğraftaki adam da bunu çok net bir şekilde anlamanın ıstırabını ya da çaresizliğini yaşayan adamdır. Haddimi aşarak bunu bir kademe daha ileri götürmem gerekirse, bu adamların hepsi de o kadınları hastalıklı bir şekilde sevdikleri ya da alıştıkları için öldürmektedirler. Bir de ikinci fotoğrafa bakın. Adamın kolu nerede duruyor? Sahiplenmeyi görebiliyor musunuz? Ağlayan, acı çeken kadının yanındaki duruşu bir kez görün. Kadını nasıl koltuk altı hizasında tuttuğuna bir bakın. Sanki o morlukların müsebbibi kendisi değilmiş de kadını koruyormuş gibi değil mi? Hastalıklı ruhu şimdi daha iyi görebiliyor musunuz?
 Benim babam küçük bir çocukken annesine kızdığında kendisini sırt üstü yere atarmış. Kafasının arkası hep yaralıymış o yüzden çocukluğu boyunca. Özünde hala da o çocuk ruhunu (!) kaybetmiş değil. Ben bu davranışı kadınlarını öldüren düşünceden farklı görmüyorum. Erkek çocukluğunun yıkıcı tezahürleri. Ben uzun zamandır, bu fotoğrafı her gördüğümde bu yazıyı yazmak istedim. Bunu aslında erkek annelerine bir mesaj olması için yazmak istedim. Uzun lafın kısası, annenin bilinçsiz iyi niyetinin bir bumerang gibi yine bir kadına geri dönmesinin kısa hikâyesi.
KAYNAKLAR:
Herbert, J. (2007). Minder Brain : How Your Brain Keeps You Alive, Protects You From Danger and Ensures That You Reproduce. USA. World Scientific.
Hortsman, J. (2009). Scientific American Day in the Life of Your Brain : A 24 hour Journal of What's Happening in Your Brain As You Sleep, Dream, Wake Up, Eat, Work, Play, Fight, Love, Worry, Compete, Hope, Make Important Decisions, Age and Change. USA. Jossey-Bass.
Joseph, R. (1998). Environmental Influences on Neural Plasticity, the Limbic System, EmotionalDevelopment and Attachment: A Review. Child Psychiatry and Human Development, Sayı: 29(3), İlkbahar, 1999.
Navarro J., Dr.Karlins, M. (2008). Beden Dili, Eski FBI Ajanından İnsanların Bedenini Okuma Rehberi. İstanbul. Alfa Yayınları.



[1] Mevzuatın yetersizliği konusu da aslında ciddi anlamda tartışılan bir konu. Kadın cinayetlerini önlemek amacıyla değiştirilen mevzuatlara ve verilen yetkilere rağmen pek bir şeyin değiştiği söylenemez. 23 Nisan 2012’de kocası tarafından katledilen Ayşe İnce’nin ölümünün ardından bu konu da epeyce tartışıldı.


27 Eylül 2012 Perşembe

YALAN SÖYLEME KABİLİYETİ VE HAFIZA: CİNSİYETLER ARASI KARŞILAŞTIRMA

LIE ABILITY WITH RESPECT OF MEMORY POWER: COMPARISON BETWEEN GENDER


 

            Emrah AKÇAY[1]

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi, Temmuz 2012, Cilt 7, Sayı 3,     
Sayfa 234-244
 
Makalenin tamamını okumak için:

“Düzenbazlık ve ihanet, dürüst olacak kadar zekâsı olmayan ahmakların işidir.”

                                                                                                                                                                                             Benjamin Franklin

               ÖZET

Yalan konusu ile ilgili literatürde daha çok psikolojik araştırmaların öne çıktığı ve bu konuda yapılan çalışmaların oldukça büyük bir bölümünün yalanı fark edebilme ya da tespit edebilme (lie detection) üzerine yoğunlaştığı görülmektedir (Üretmen 2008:2). Yalan tespiti ile öncelikli olarak yasaları uygulayanlar ile psikologlar ilgilenmektedir. Dünya’da, psikoloji, sosyal psikoloji ve iletişim alanlarında yalan hareketlerinin tespiti üzerinde on yıllardır sayısız çalışma yapıldığı halde, Türkiye’de bu çalışmaların sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. Bu nedenle, alanla ilgili sağlıklı tespitler yapabilmek için öncelikle “yalan” ve “yalancı” kavramlarının fonksiyonel bir şekilde tanımlanması gerekmektedir. Bu makale, bu tanımları bu şekilde ortaya koyarak ileride bu konuda araştırma yapacak olan kişilere çok yönlü bir kılavuz olması ve yalan söyleme becerilerinden “yalanı hatırlama” becerisinin cinsiyet bakımından anlamlı bir farkının olup olmadığının tespiti amacıyla yazılmıştır.  Bu amaçla, 31 kadın ve 30 erkek katılımcı üzerinde yalan söyleme ve söylediği yalanı tersine kronolojik sıra ile anlatma üzerine bir test uygulanmıştır. Araştırma sonucunda yalan söyleyen kadınlar; hafıza ve bilişsel yük bakımından erkek katılımcılardan daha başarılı oldukları ortaya çıkmıştır.

ABSTRACT

In literature over lie, it’s seen that psychological researchs are pioneering and most of the researchs conducted on this issue are about lie detection(Üretmen 2008:2). Law enforcement authorities and psychologists are initially interested in lie detection. Although indefinite studies have been conducted on lie detection through psychology, social psychology and communication sciences in the world, the studies on this issue conducten in Turkey, it can be counted on the fingers of one hand. Therefore, in order to make useful determinations, “lie” and “liar” notions must be definited usefully. This article has been written to be a versatile guide for the researchers that would conduct studies on this subject by presenting complete definitions and to determine if there is a significant difference in “remembering  the lie” ability which is one of the aspects of lying,  considering the gender difference. For this reason, a test is of lying and telling the same lie in a backward chronologic row applied to the groups of 31 women and 30 men. According to results; considering the memory and the cognitive load, a significant difference has emerged between women and men in favour of women.



[1] Anadolu Üniversitesi, İletişim Tasarımı ve Yönetimi Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, emrahakcay59@gmail.com

18 Eylül 2012 Salı

Hayat Ne Kadar Ucuz


Bugün, Afganistan/Kabil'de, sabah uyanıp işlerine gitmekte olan dokuz yabancı işçi ve bir Afgan şoför hayatını kaybetti. O karambolde ölenlerle birlikte sayı 14'ü aşıyor. Çünkü sabahın köründe, 06:45'te, bir canlı  (ama ruhsuz) bomba, aracı ile onları taşıyan minibüse çarparak kendisi ile birlikte öldürdü. Üstelik tahminler doğru ise, bu işi yapan canlı ve ruhsuz bomba, araçları karıştırdı ve Afgan Güvenlik Kuvvetlerine ait bir minibüs sandığı için çarptı. Karıştırmasaydı, belki de bugün kimse ölmeyecekti. Karıştırmasaydı, belki de o işçiler, hala ekmek paralarını kazanıyor olacaklardı. Kahvaltı edecekler, sıcaktan dert yanacaklardı.

Hayat ne ucuz, ne saçma. Herkesin hayatı, cahil bir canlı ve ruhsuz bombanın algılamasına bağlı. Hem de sadece Kabil'de değil, dünyanın her yerinde. Eskiden dünya savaşları vardı, salgın hastalıklar vardı, insanın ortalama ömrü kısaydı. Sonra savaşmaktan vazgeçtik, kısmen de olsa. Tıp bilmini geliştirdik. Artık insanlar daha uzun yaşıyorlar. Fakat bu kez de terörü ve kanseri başımıza musallat ettik. Hem de doğrudan kendi ellerimizle. Şimdi bu çelişki değilse nedir?

Saldırının, o malum gerizekalı ötesi film yüzünden olduğu söyleniyor. Acaba "Bir insanı öldürmekle, insanlığı öldürmek aynıdır" prensibine sahip bir dine sığınarak, bu cinayet nasıl işlenebildi? Ya artık parçalanmış bir cesede sahip olan terörist, diğer tarafta peygamber ile karşılaştığında ne diyecek? Alnından öpülmeyi bekliyor mu?

Sonuçta bu dünyadan günahsız kişiler, zamansız ayrıldılar bugün. Tıpkı güzel ülkemdekiler gibi. Zamansız. Her ölüm erken ölüm diye saçmalamasın kimse. 20 yaşındaki çocuklardan bahsediyorum.

Ölümü nasıl da normalleştiriveriyoruz. "Canlı bomba" diyerek, onu sadece bir meta haline getiriyoruz. Sanki yaşamayan biri gibi, sanki bir robottan bahseder gibi.

Şehit diyoruz. Geçiveriyoruz. O şehidin de, çaresiz bir bebek olarak doğduğunu ve onun doğumuyla gülümseyen yüzleri hiç düşündünüz mü? Onun derdiyle kaç geceler boyu uykusuz kalan anayı, onun varlığı aklına gelince işyerinde duramayan, saatleri sayan ve gözleri yaşaran babayı. Onun kollarında kendini güvende hisseden kardeşi. Hayal kurar mı şehit, kurar elbette. Aşık da olur. Sever. Çocuk yapar. Çocuklarına kavuşmanın hayalini kurar. Efkârlanır, aşka gelir, iki kadeh atar, sarhoş olur. Şiir yazar. Dizinin üstüne düşerse dizi kanar. Birilerinin arkadaşı, evladı, sevgilisi, aşığı, maşuğu, birader, kankası... Bak bir şehit kelimesinden neler çıkıyor. Böyle söyleyince zorumuza gitmedi mi?

Daha bu yazıyı yazarken ve bitiremeden yeni bir haber çıktı gazetede. Bingöl. Yedi şehit, 63 yaralı. Belki ben bu yazıyı yazmaya başladığımda daha hayattaydılar. Şakalaştılar. İzinden dönüyorlardı belki. Anılarını anlattılar. Yeni sözlenmişti. Yüzüğünü gösterdi arkadaşına. Sevgilinin dudağından bir öpücük çalmayı başarmıştı. O bilgiyi kendine sakladı ama. Yüzü kızardı birden, gülümserken patladı ve ...... Ne olduğunu düşünecek zamanı bile olmadı....

Hayat ne kadar ucuz değil mi? Ne kadar hem de.. Daha fazla yazamayacağım. Bugün günahsız yere ölen tüm insanlara Allah rahmet eylesin...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Kızıma Mektup


 

Bu mektubu, bugün (17 Eylül 2012) ilkokul üçüncü sınıfa başlayan kızım için yazdım.

Tüm hevesi kursağında kalmış, yarım hayatların babaları için paylaşıyorum.

 
Zeynoşum,
 
Yarın okulun açılıyor. Annenle birlikte okula başlıyorsun. Seni ve anneni tebrik etmek ve başarılar dilemek için bu mektubu yazıyorum. Umarım çok neşeli, eğlenceli ve başarılı bir yıl geçirirsin sevgilim.
 
 
Annenin aynı okulda öğretmen olması senin için çok büyük bir şans. Biliyor musun, ben ilkokuldayken annesi okulda öğretmen olan arkadaşlarıma çok imrenirdim. O arkadaşlarım hep başarılı oldular. Mesela şimdi bir tanesi çocuk doktoru oldu. Umarım sen de hayatta hep başarılı ve şanslı olursun kızım. Şanslı diyorum, çünkü hayatta başarılı olmak başarmanın yarısı ise, şansının yaver gitmesi de onun diğer yarısıdır. Umarım iyi okullarda okur ve çok para kazanabileceğin değil ama çok keyif alabileceğin ve kendine saygını hiç yitirmeyeceğin, bu dünyadan çooook uzun bir süre sonra ayrıldığında, geriye bir şeyler bırakabileceğin bir iş yaparsın. Bir şeylerden kastım asla para, mal mülk gibi maddi şeyler değil. Mal da, para da bizim geçici olarak bekçiliğini yaptığımız ve kahrını çektiğimiz şeylerdir. Allah korusun, bir felaket olur, her şey bir anda gider. Ama örneğin Yunus Emre'nin şiirlerine hiçbir şey olmaz. İyi bir kitap yüzyıllarca okunur, "İlahi Komedya" gibi. Güzel bir eser, yüzyıllarca akılda kalır. Bunlardan bahsediyorum. Çinliler'in bir sözü var: "Öyle bir iş yap ki, ömrün boyunca çalışmak zorunda olmayasın." Bu, elbette çalışmadan yan gelip yatmak anlamına gelmiyor. Öyle bir işin olur ki her günü bambaşka bir mutlulukla geçer. O kadar çok keyif alırsın ki, hayat boyu çalışıyormuş gibi değil, eğlenceli bir iş yapıyormuşsun gibi hissedersin. Şunu unutma ki, ben ve annen, hayatın boyunca senin alacağın kararlarda yanında olacağız. Yeter ki bu karar senin özgüvenine zarar vermesin ve inandığın bir karar olsun.
 
Annenin aynı okulda olması senin için elbette bir şans ama onun için biraz şanssızlık. Çünkü herhangi bir yaramazlığı, herhangi bir çocuk yapsa kimse üzerinde durmaz ama sen yaptığında mutlaka bu annnenin kulağına gider. Özellikle söylerler zaten. Bu nedenle senden ricam, herhangi bir şey yaparken önce anneni düşün ve onu asla mahçup etme. İyi bir annenin önemini, yıllar sonra daha iyi anlayacaksın, emin ol.
 
Öğretmenin seni çok seviyor ve son derece ilgili bir kadın. Unutma ki ben şu an ne durumdaysam, hepsi öğretmenimin eseridir. İyi bir öğretmenin ne demek olduğunu da yıllar sonra anlayacaksın. Nerede bir başarı elde etsen aklına öğretmenin gelecek ve gözlerin yaşaracak. O sana çok güveniyor, sakın güvenini boşa çıkarma.
 
Okulda her gün bir şeyler öğreniyorsun. Özellikle ilkokulda öğrenilen şeyler, hayat boyu öğrenilecek olanlar için temel oluşturur. Şunu unutma, okul esas olarak öğrenmeyi öğreten bir yerdir. Yıllar boyunca belki öğrendiklerini hep unutacaksın ama eğer öğrenmeyi öğrenirsen bu sana hayat boyu yardımcı olacaktır. Hayatın kendisi zaten bir öğrenme sürecidir. Ben her sabah kalktığımda, bir önceki sabah kalktığımdan daha aydın, daha bilgili ve farklı bir insan olmak için çalışıyorum. Okuyacak milyonlarca kitap var ve bunlardan ömür boyunca okuyabilaceklerimiz sınırlı. Bu hayattan ayrılırken, neler kaçırdık diye üzüleceğiz. Ne kadar çok çabalarsak, o kadar az üzülürüz, değil mi sevgilim?
 
Okul, eğitim yeri olmaktan önce, eğlenceli bir yerdir. Bunu da unutma. Öğrenirken, hep eğlenecek bir şeyler bulmaya çalış. Hayatı keyifli hale getirmek bizim elimizde.

Hayat sana mutluluk vermez, sen tutup alacaksın hakkın olan mutluluğu.

 
Son olarak da kardeşinden bahsetmek istiyorum. O sana, Allah'ın verdiği en güzel hediyedir. Bu dediğimin ne anlama geldiğini eminim şimdi anlamıyorsun ama benim yaşlarıma geldiğinde çok çok iyi anlayacaksın. O senin hayat boyu bir arkadaşın, hatta evlatlarından önce bir evlat olacak. Umarım ikinizin de uzun bir ömrü olur ve bu kardeşliğin tadını ömür boyu çıkartırsınız. Keşke benim de bir kardeşim olabilseydi, hayatta en büyük hissettiğim eksiklik de herhalde budur.
 
 
Sen, kardeşin ve annen, benim hayatıma anlam katıyorsunuz bebeğim. Eğer olur da bir gün aranızdan ayrılırsam, sizi ne kadar çok sevdiğimi ve her nerede olursam olayım çok özlediğimi hisset olmaz mı?
 
İyi dersler, iyi eğlenceler sevgilim. Seni çok seviyorum ve kızım olduğun için çok gurur duyuyorum.
 
Baban..

Kaybolduğunu Kabul Etmek


KAYBOLDUĞUNU KABUL ETMEK

“Kaybolduğunu kabul edenin, kulesi içindedir…”

                                               Emrah AKÇAY
 
 

Bir zamanlar pilotaj eğitimindeyken elenen bir arkadaşımdan dinlemiştim. Eğitim esnasında yalnız başına uçmaya başlayan yani yalnıza kalan pilot adayları ilk başlarda GPS gibi elektronik aletler yardımıyla değil, görerek ve yön duyguları ile içgüdülerine güvenerek yönlerini bulurlar ve görevi tamamlamayı müteakip piste geri dönerlermiş. Bu göründüğünden daha zor bir eğitimmiş çünkü alçaktan uçtukları için yer daha hızlı bir şekilde altlarından kaymakta ve bazen yön tespitine yarayacak bir nirengi noktası bulmak oldukça meşakkatli bir iş olmaktaymış. Emercensi (emercency) dedikleri acil durum eğitiminin bir kısmı da bu yön bulma olayı ile ilgiliymiş. Pilot adayı uçuş esnasında, eğer yönünü kaybeder de pistin yerini bulamazsa uygulaması gereken bir sıra prosedür öğretilirmiş. Yönünü kaybettiğini anlayan ve yakıtı tükenmeye başlayan pilot adayının önce kaybolduğunu kabul etmesi lazımmış. Kuleye “kayboldum” şeklinde bir çağrı gönderdiği zaman kule kendisini radar yardımı ile yönlendirir ve salimen uçağı piste indirmesini sağlarmış. Ancak kaybolduğunu kabul etmezse bu prosedür bir süre daha başlamazmış. Uzun sözün kısası; bu arkadaşım kulenin çağrılarına rağmen kaybolduğunu hiç kabul etmemiş çünkü pilotluktan elenmekten korkmuş, ısrarla kaybolmadığını beyan etmiş. Fakat öyle bir kaybolmuş ki uçağı İzmir/Çiğli yerine uygun olmayan başka bir piste indirmiş, doğal olarak da pilotluk hayatı orada sona ermiş..

Bu örneği hayatımıza nasıl uyarlayarak bir ders çıkarabiliriz? Kaybolan pilotla nasıl bir bağlantımız olabilir? Birkaç örnek verildiğinde konu daha net bir şekilde anlaşılacaktır.

Sigara tiryakilerini ele alalım. Tiryakilerin birçoğu bağımlı olduklarını kabul etmezler, aslında istedikleri zaman sigarayı bırakabileceklerini beyan ederler. Hepsi de vaktiyle birkaç gün ya da hafta sigarayı bırakmışlardır ancak yerine ikame edecek bir şey bulamadıkları için bırakmamışlardır. Velev ki bağımlı olduklarını kabul etsinler; beyin yeni oyunlar bularak yeni mazeretler üretmekte gecikmeyecektir. Bu defa da aslında sigarayı çok sevdiklerini, sigarayı gerçekten içmek istedikleri için içtiklerini anlatacaklardır. Sigarayı bırakmayı hiç düşünmemişlerdir. Kimisi light sigara içmektedir ve fazla zararı yoktur. Kimisi zaten az içmektedir. Velhasıl herkesin beyninde hazır bir takım mazeretler mevcuttur, ama gerçekten bırakmak isteyip de bırakamayan oldukça az sayıdadır (!).

İlişkiler de böyledir. Kimi evlenemez, çünkü bekârlık tam da ona göredir. Kendisine kendisi bile tahammül edememektedir. Bir başkası nasıl tahammül edecektir. Kimisi renkli hayatını bırakmak istemez, kimisi bir erkeğin ya da kadının kahrını çekmek istemez. O tek başına yaşamak için yaratılmıştır. Özgürlük insanıdır, vs, vs. Her türlü mazereti beyninde kalıplar halinde hazırdır, sadece ileriye dönük bir ilişkinin sorumluluğunu almaya cesaret edememiş kişi sayısı yine oldukça az gibi görünmektedir.

Ya obezite? Bir defa adam şişman ve mutludur, kime ne?  Zaten bütün şişmanlar mutlu ve pozitiftir. Şişman ve mutlu olmayı, zayıf ve mutsuz olmaya tercih eder. Su içse kilo almaktadır. Hatta suyun kalorisi sıfır olmasına rağmen kilo almayı başarmaktadır. Kemikleri kalındır. Evlenen herkes zaten kilo almaktadır. Otuzu geçtin mi kilo almak kaçınılmaz olduğu gibi, geri vermek neredeyse imkânsızdır. Doğum kilolarını bir türlü verememiştir (çocuk ilkokula başlamasına rağmen!). Spor yapmaya hiç vakit olmaz. Hâlâ o mucize ilacı bulamamıştır ki birkaç günde hapı yutup kilolardan diyetsiz sporsuz kurtuluversin. Daha neler neler.

Bunu alışkanlıkların her alanına uygulayalım, her yerde beynin benzer oyunlarına rastlayabiliriz. Çünkü alt beyin alışkanlıklar ile yolunu bulmaya meyyaldir. Dünya ne kadar değişken, ne kadar tehlikeli, ne kadar anlık ise, alt beyin (limbik sistem) hayatta kalma şansını arttırmak için o kadar alışkanlıklara güvenmek zorundadır. Beyin hayatı kalıcı tutmaya çalışır, bunu için de alışkanlıklar geliştirir. Bir alışkanlığın beyinde oluşabilmesi için snaps dediğimiz beyin hücreleri arası veri akışını sağlayacak bağlantı yollarının oluşması gerekir. Snaps ne kadar ince ise alışkanlık o kadar azdır, iki günde spor yapmaktan bıktığınızı ve bırakmak için beyninizin ne mazeretler uydurduğunu düşünün. Her zaman sol bileğinize takılı olan saatinizin sağ bileğe takıldığında ne kadar eziyet verdiğini, nasıl ağır geldiğini düşünün ve bunun nasıl eski kolunuza geri dönmek için çabaladığını hayal edin. Bilim adamları bunların hepsinin sebebini zayıf ya da hiç olmayan snapslar olarak belirlemişlerdir. Bir snapsin oluşması için gerekli olan süreyi NLP (Neuro Linguistic Programming) ile uğraşanlar 21 gün olarak belirlemektedirler. Bunun anlamı, bir alışkanlığın kişide oluşması için 21 gün aynı şeyi yapması gereğidir. 21 günden sonra artık her geçen gün o snaps kalınlaşır ve alışkanlık daha kalıcı bir hal alır. Buna sigara alışkanlığını da sayın, bir kişiye olan alışkanlığı da ya da spor alışkanlığını da.

Tüm bunları neden anlattım? İşte biz bu alışkanlıkların girdabına kapılmış giderken, kendi içsel yolculuğumuzda yolumuzu bulmamız, aynen o pilot adayı örneğinde olduğu gibi olanaksızdır. Hayat hızla altımızdan kayıp giderken, bizim bir nirengi noktası yakalamamız mümkün görünmez. Oysa içimizdeki kule durmadan sinyallerini yollar:”Kayboldun mu dostum?” Beynimiz, aynen havaalanının kulesi gibi milyarlarca veriyi aynı anda işleyip sonuçlar çıkarabilir. Olağanüstü ve mucizevî bir kapasitesi vardır. Yaşadığımız medeniyeti kuran beyni düşünün. Dünyanın en güçlü silahıdır. İşte bu kule bizi hep havaalanına, yani başladığımız noktaya dönmeye çağırır. Sigaraya hiç başlamadığımız ve bir anlamda (örneğin koku alma duyusu) süpermen olduğumuz günlere. Obez olmadığımız, eğilip ayak parmaklarımıza dokunduğumuz günlere. Hareketli olduğumuz günlere. Kule bize seslendikçe ona yanıt veririz:”Hayır, kaybolmadım”. Kaybolmadım dediğimiz işte tam da yukarıda saydığım mazeretlerin metaforudur. Pilot adayı elenme korkusuyla bunu yaparken biz ise başarısız olma korkusuyla bunu yaparız. Çünkü bizim kültürümüzün içsel yolculuk macerası çok gerilerde kalmıştır. Çünkü bizde yolculuğa, gidiş yoluna puan verilmez, çekilen cefa kutsanmaz. Üniversiteyi kazanırsın ya da kazanamazsın. Sınavdan tam not alırsın ya da alamazsın. Golü atarsın ya da atamazsın. Çocukluktan gelen böylesi bir şartlanma bizi içsel yolculuğa çıkmaktan caydırır. Zorlayıcıdır çünkü o yol. Harpte ikinciye ödül yoktur. Ya başaramazsa.

İletişim kurmak dediğimizde basmakalıp “kaynak-mesaj-kanal-alıcı” formülü hep alıcı olarak ikinci bir şahsı bulmaya bizi yönlendiriyor. Oysa kendi benliğimizle yani içimizdeki uçuş kulesi ile iletişim kurabilmemiz öylesine önemli ki. Bugünden itibaren artık bahaneler bulmaktan vazgeçelim. İçimizdeki kule ile iletişime geçelim. Önce kaybolduğumuzu kabul edelim. Bırakalım içimizdeki kule işini yapsın, radarda bizi bulsun ve pisti bulmamızı sağlasın. İniş hatalı mı oldu, olsun, içsel yolculuk böyledir işte. Hata yaptıkça bizi güçlü kılar. Bir şans daha verelim kendimize, bir daha, bir daha. Yeter ki mazeretler uydurmaktan vazgeçelim ve o coşkulu yolculuğa kendimizi kaptıralım. Kaybolduğunu kabul edenin kulesi içindedir. Duruyor musunuz hala?

                                                                                                            EMRAH AKÇAY

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Devre Mülk Satışı ve Bir Pazarlama Tecrübesi

Yaklaşık bir yıl kadar önce kayınvalidem alışveriş merkezinde bir anket doldurmuş. O dakikadan itibaren bir organizasyon şirketi bizi telefonla arayıp"Hitit Termal Tesisleri"nde bir yemek kazandınız. Kaç kişi gelirsiniz? diyerek taciz etmeye başladı. Bebek var, iznimiz yok, hava soğuk, oturan yerlerimiz ağrıyor bahaneleri bitince en sonunda gitmeye karar verdik. Telefondaki görevliye "Çocuk tesisin havuzundan yararlanabilir mi?" diye saf saf sorunca "Elbette, mayosunu da getirsin" cevabını aldık. Cumartesi gününü buna feda etmeye karar verdik.

Cumartesi gününe kadar herhalde 4-5 kişi aramıştır. Hatta son saatte birisi aradı ve organizasyonun "uyandırma servisi" olduğunu söyledi. Başlangıçta profesyonel bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu düşünmedik değil. Neyse, buluşulacak benzinliğe gidip arabayı bıraktık, tutulan otobüse binip yola çıktık. İstikamet Ankara'nın Ayaş ilçesi.

Otobüste müdürler, temsilciler filan. Hepsi de genç insanlar. Herkesin elinde bir akıllı telefon. Durmadan bir yerleri arıyorlar.

Bu arada ben ilk anda bu organizasyonun tamamının Termal Tesis tarafından yürütüldüğünü sanıyordum. Öyle değilmiş. Aslında süper bir sistem. Tesislerle organizasyon şirketleri anlaşıyor. Şirketler kendi çabalarıyla muhtemel müşteriler buluyor. Otobüs kiralayıp tesislere götürüyorlar. Her müşteriye ya da iki müşteriye (aileye) bir temsilci veriliyor. Temsilci gün boyu sizinle ilgileniyor ve satmaya çalışıyor. Böylece Termal Tesis bu konuda ek bir yük altına girmeden satış yapıyor, hem de istihdama katkıda bulunuyor. Bize denk gelen eleman Sincan'lı bitirim bir arkadaştı. Siyah takım elbisesiyle ne kadar Polat Alemdar ise de ayaklarındaki timberland benzeri kolej ayakkabıları biraz tezat yaratıyordu. İlk andaki ciddiyeti bir anda samimiyete dönüştü ve sağ olsun tespihini bir an elinden düşürmedi.

Tesis derken yanıltıcı olmasın. Halen bir tesis yok ortada. İnşaat başlamış. Prefabrik binalar var ve oralarda yemek yeniyor. Sunum yapılıyor ve satış çabaları gerçekleşiyor. Satış belli tekniklere dayandırılmış. Temsilcilere iyi-kötü bir eğitim verilmiş ve titizlikle aşamalar uygulanmaya çalışılıyor.


Çok fazla şirket katıldığından bir sürü otobüs gelmiş. Genel profile bakıldığında ortalama ve üstü muhafazakar aileler ilgili denilebilir. Bazılar başka yerlerden de (Kızılcahamam Kaplıcaları gibi) devre mülk almışlar. Yenilerini alma için de istekliler.

Temsilciden başka kimse sizinle konuşmuyor. Konuşturmamaya da özen gösteriyorlar. Tesisin termal olduğuna dair tek ipucu arazide bir borudan akan sıcak su. Oraya herkes önce götürülüyor ve su elletiliyor. Bazıları içiyor. Daha sonra yemek yeniliyor ve örnek daire geziliyor.

Yemek ve gezinin ardından sunum odasına geçiliyor. Görevli bir genç bağırarak ilgiyi topluyor. Şirketin genel müdürünü tanıtıyor ve sık sık alkışlatıyor. Bir an kendimi saadet zinciri toplantılarında zannettim. Zaten benzer yöntemler kullanılıyor. Birazdan anlatacağım.

Şirketin Genel Müdürü Mehmet Ali Doğan. Tanıtımcı durmadan Doğan Holding ve Mehmet Ali Doğan isimlerini zikrediyor. Böylece malum Doğan Holding ile bağlantılıymış gibi bir hava esiyor. Gerçek daha sonra anlaşılıyor. Mehmet Ali Bey'in bu yanlış anlama ile ilgisi var mı bilmiyorum. Resmi  sunumda "Doğan Şirketler Grubu" olarak geçiyor. Ortalık iyice ısınınca alkışlar arasında Ankaralı iş adamı Mehmet Ali Doğan geliyor. Orta yaşın üzerinde, saçlarını kazıtmış, kendince karizmatik bir adam Mühendis kökenli ve anlatıldığına göre yıllarını yenilenebilir enerjilere adamış. Mecliste de görevler almış. Daha önce Balıkesir'de bir termal tesis bitirmiş. Şimdi ikincisini yapıyor ve satmaya çalışıyor.


Araştırmalar gösteriyor ki, hızlı konuşanlar, yüksek sesle konuşanlar, takılmayanlar, fasıla vermeyenler ve iyi hatipler konusuna hakim görünüyor. Dolayısı ile daha ikna edici oluyorlar. Mehmet Ali Bey de sanırım bu konuda profesyonel yardım alıyor. Yaklaşık bir saat boyunca hızlı, yüksek bir tonda, fasılasız konuştu. Termal konusunda kendisini yetiştirmiş ve bu birikimi son derece düzgün kelimelerle ortaya koydu. Karşısındaki kitleyi iyi etkiledi. Anlaşılır kelimeler kullandı. Herkes en azından anlattıklarına ikna oldu. Yürütülen pazarlama tekniğinin arkasında sanırım en etkili figür kendisi. En yetkili ağızdan bu kadar içten bir sunum insanları çok etkiliyor. İş adamının iyi bir hatip olmasının önemini bir kez daha anladım diyebilirim. Bu konuda kendisini içten tebrik ediyorum.

Sunumdan sonra temsilciler herkesi çok büyük bir prefabrik salona aldılar. Her aile ayrı bir masaya oturdu. Tüm temsilciler aynı anda sunuma başladı. Önce renkli broşürlerden tesisi yeniden tanıttılar. Sonra beyaz dosya kağıtlarına her söylediklerini yazarak ve çizelgeler çizerek devre mülk sistemini tanıttılar. Otel-yazlık ev ve devre mülk sistemini karşılaştırarak belli bir mantık dahilinde sona getirdiler. Son aşamada müdürlerini çağırdılar. Fiyatları yalnızca müdürler veriyor ve pazarlığı onlar yapıyor. Bu arada hangi masada satış olursa temsilci ayağa kalkıyor. Aynı ses tonunda bağırarak satın alan kişiyi anons ediyor ve alkışlatıyor. Böylece hem alan kişiyi onore ederek rahatlatıyor hem de potansiyel müşteriler arasında bir algı yaratıyor. "Sessizlik sarmalı" denilen bir kuram var iletişimde. Eğer gurubun çoğunluğu bir fikri savunuyorsa, diğerleri de ikna olmaya başlar. Eğer dokuz kişi ağız birliği edip bir nesnenin siyah olduğunu söylerse siz kolay kolay lacivert diyemezsiniz. Kabaca böyle izah edilebilir. Bu bağırmalarla yaratılan etki de bunun gibi bir şey. Bağırtılar arttıkça diğer insanlar da bunun mantıklı olduğunu düşünmeye başlıyor ve daha kolay evet diyor. Biz ikna olmadık ama ben pazarlama tekniğinin artı ve eksilerinden bahsederek yazımı sonlandıracağım.

Pazarlamanın artıları:
  1. Müşteriyi bell bir organizasyon dahilinde tesis alanına kadar götürmek çok iyi bir fikir. Ankara'da bir ofiste, insanlara  henüz daha yapılmammış bir tesiste yer satmak kolay bir şey değil.
  2. Şirket sunumu son derece güzel hazırlanmış. Patron derdini dört dörtlük anlatıyor. Kafada fazla soru işareti bırakmıyor.
  3. Sunumdan önce yemek yemek insanda bir borçluluk psikolojisi yaratabiliyor. Mantıklı bir yaklaşım.
  4. Standartlaşmış bir satış sistemi oluşturulmuş. Bu uygulamayı kolaylaştırıyor, insanlarda profesyonel bir sistemle karşı karşıya olduğu izlenimini yaratıyor.
  5. Temsilcilerin çoğu ilgili insanlar. Gün boyu ilgileniyorlar ve özellikle yaşlıların hoşuna gidiyor.
  6. Yazarak tanıtmak daha akılda kalıcı oluyor. Sistematik bir şekilde takılınan yerlere geri dönülebiliyor. Ciddiyet getiriyor.
Gelelim eksilere:
  1. Bir defa organizasyon şirketleri çok amatör. Şirketlerle çalışmak elbette Termal Tesisin sahipleri için kolaylık getiriyor ama sanırım üzerlerinde yeterince kontrol sahibi değiller.
  2. Anladığım kadarıyla temsilcilere maaş ödenmiyor. Sigortaları yatırılıyor ve satış üzerinden prim veriliyor. Böyle olunca temsilciler konusunda çok da seçici olunamıyor. Çocuklar öğretildiği kadarını anlatıyor ama satış ve iletişim teknikleri konusunda başarılı değiller. Bu arada müşterinin anlatımlarından profili iyi kötü tahmin edip ona uygun bir temsilci seçilebilse daha başarılı olunabilir.
  3. Temsilci arkadaşların bir çoğu ellerinde tespihleriyle bütün gün dolaşıyorlar. Bayan temsilcileri daha ağır başlı ve profesyonel buldum. Tümü müşterilere abla-abi diye hitap ediyor. Anlatım esnasında, daha bir saat önce tanıştığımız oğlan "Anladın mı Emrah Abi, tamam mı abi" diyerek elini ikide bir dizime koyup durdu. Kırılmasın diye ses çıkarmadım baştan ama sonu gelmeyince elini tutup sert bir hareketle masaya bıraktım. Yine de sanırım anlamadı ve on dakika sonra satış kızışınca aynı hareketlere devam etti.
  4. Satıcı bir şey talep eden adamdır. Siz ekmek satmıyorsunuz, bu bir ihtiyaç değil. Son derece pahalı bir lüks. Kaldı ki ekmek satan adam dahi acımasız bir rekabetin içerisinde ve buna uygun davranmak zorunda. Dokunmak, sözsüz iletişimde üstünlük kurmak anlamına gelir. Uzun süreli dokunmadan bahsediyorum. Dokunmak mahrem alana sert bir giriştir ve çoğu kişide olumsuz bir tepki yaratır. Tespih, sarkmış kravat, bitirim tavırlar da bunu destekler. Getirdiğiniz potansiyel müşteriler de böyle olsa siz satıcı olarak böyle davranma lüksüne sahip değilsiniz. Oysa insanların paralarını almaya talipseniz son derece alçak gönüllü ve bilge olmak zorundasınız.
  5. Bu arada bitmemiş tesisi bitmiş gibi anlatarak insanları davet etmek de ayrı bir ayıp. Benim kızım gibi bir çok aile kaplıca havuzuna girme hayali ile gelmişti. Bu konuda da şirket bir girişimde bulunmalı ve organizasyon şirketlerini ikaz etmeli.

Her zaman söylediğim bir şey var. Bir şirket ya da organizasyon, müşteri ile temas eden ilk elemanı kadar güçlüdür. Bu bir polis memuru, jandarma eri, nüfus memuru, öğretmen de olabilir; bir mağazada tezgahtar, bankadaki banko memuru, sigorta satıcısı ya da burada anlatılan temsilci de olabilir. Yaptığınız işin ciddiyeti buradan anlaşılır. Siz ne kadar modern bir tesis yapsanız da eğer temas edecek kişileri doğru seçemez ve eğitemezseniz başarılı olamaz, şirketin vizyonunu doğru bir şekilde ortaya koyamazsınız. İlk adam her zaman için en önemli adamdır.


26 Mart 2012 Pazartesi

DÜNYA KÜRESEL BİR KÖY OLURKEN BİREYSELLEŞEN HAYATLAR

DÜNYA KÜRESEL BİR KÖY OLURKEN BİREYSELLEŞEN HAYATLAR
Emrah Akçay
emrahakcay59@gmail.com

27 Mart 2012

Bugün uzun bir süreden sonra ilk defa şehirlerarası otobüse bindim. Esasen otobüslerden oldum olası nefret ederim. Bunda geçmişte yaşadığımız hazin otobüs yolculuklarının etkisi vardır sanırım. Eskiden otobüsler pek şenlikliydi. Benim yaşıtım ve benden büyükler ne demek istediğimi mutlaka anlayacaklardır. O zamanlar yolcular otobüslerde tam anlamıyla Allah’a emanet giderlerdi ve “Allah'a Emanet Turizm” şeklinde bir esprisi bile vardı. Hız limiti, kural, kaide, hiçbir şeyi umursamazlardı. Otobüsler şoför-muavin cuntasının elindeydi. Siz sadece otobüse para vermiş ve hasbelkader o yola çıkmış zavallılardınız. Görünüm itibariyle otobüse otostop çekmiş gibi olurdunuz. Hiçbir konuda söz hakkınız yoktu. Kaptanın sinirlendiği yolcuyu arabadan indirdiğine bizzat şahit olmuşluğum vardır. Otobüste sadece kaptanın sevdiği müzik dinlenir, istediği kadar sesini açardı ve herkes bu isteğe boyun eğerdi. Öyle kolay kolay yolcunun sevdiği albümün kasetini verip de çalmasını rica etmesine rastlanmazdı. Muavin kaptana yapmadık yalakalık bırakmazdı. Çay ya da nescafe ilk önce (nedense) kaptana ikram edilirdi. O kâğıt bardak peçetelere sarılır, pek bir afilli verirdi.  Bazen otobüs sahibinin muavinlik yaptığı ve şoförün maaşlı eleman olduğu otobüslere binilirdi ki, işte o tadından yenmezdi. Küfürleri bağırış, çağırış… Bir dönem bayan hostesler de gördük. Varan gibi üst düzey şirketlerin hostesleri THY hostesleri ile yarışırken, gariban şirketlerinki gayet Ankaralı olurdu. Hatay’dan Bursa’ya tuhaf aksanlı hostesin şarkı söylemesi ve elindeki kötü mikrofonla “Evet-hayır” oynatması gibi travmatik işkencelere de maruz kaldığım yolculuk anım bile var. Sigara içilmesi zaten başlı başına bir yazı konusu. Yol boyunca başta kaptan ve muavin, herkes, hepimiz deli gibi sigara içerdik. Ben her daim sıkıntıdan patlardım. İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı oldum olası otobüsleri sevmem.
İlerleyen yıllarda otobüslere televizyon takıldı ve video seyretmeye başladık. Bu gerçek bir devrimdi. O sıkıcı yolculuğun en azından bir iki saati eğlenceli geçmeye başladı. Filmler yine şoförün ve şirketin beğenisi idi ama yine de çok keyifli idi. Eğer video ya da kaptanın kafası bozuk değilse seyrederek giderdik. Oldukça önemli bir gelişmeydi bence. Ama yine de tek bir TV vardı ve herkes ona tabi olmak durumundaydı. En son otobüslere DVD oynatıcılar takıldı, ben orada kaldım. Bir arabam oldu, otobüse de mecbur kalmadıkça binmedim.

Bugün bindiğim otobüs beni oldukça şaşırttı. Tabii ki bu servisleri duyuyordum ama görme fırsatım olmamıştı. Öncelikle her koltuk için bir monitör koymuşlardı. Bunun için kişi başı birer tane kulaklık dağıtılmıştı, hızlı trenlerde bir zamanlar dağıttıkları gibi. Bu monitörden yaklaşık on tane kanal izlenebiliyordu. Ayrıca otobüsteki kablosuz internetten istenilen yerde bağlanmak de mümkündü.
Ben geçmişteki yolculuk muhabbetlerini hatırladım. Eski yolculukların olmazsa olmazıydı yol muhabbetleri. Bir defa hiçbir yere kaçamazdınız. "Nerelisin hemşerimden” konu açılır, yol boyunca devam ederdi. Hele bir de yanınıza sizden büyük birileri oturduysa, o zamanların terbiyesi gereği uyuma numarasına bile yatamaz, mecburen adamın ya da kadının hayat hikâyesini, oğlunu, gelinini, kahramanlıklarını, hovardalıklarını, hülasa hayat hikâyesini dinlemek zorunda kalırdınız. Benim gibi askeri okul öğrencileri herkesin askerlik anılarını dinlemek zorundaydı. Dinlemekten gına gelir, yol çok şükür biter, eve varırdınız.
Artık şartlar böyle değil. Bakıyorum da herkes, yaşlı amcalar da dahil kendisini bu küçük multimedya aygıtlarına gömmüş durumda. Yol öylece başlıyor ve bitiyor kendi kendine. Kimse, kimse hakkında bir şey öğrenemiyor. Şaka bir yana bizler herkesin memleketi hakkında bir şeyler öğrenirdik. Hiçbir şey olmasa insanları dinlerdik. Dert ortağı olurduk birilerine. Ya, öyle mi amca dedikçe o amca kendini en azından yol boyu iyi hissederdi. Oysa dikkat ettim, yol boyu duyulan tek ses küçük bir çocuğun  fütursuz konuşmaları (sanırım onu daha zehirleyememişiz), bir de arkamda oturan sosyal girişkenliği yüksek(!) yolcunun yol boyu patavatsız telefon  görüşmeleri. Sahi, nezaket nereye gitti? Kimseleri rahatsız etmemek için yan koltukta oturanla dahi fısıltıyla konu8şmalar. En son otobüste bırakmıştım. Kim aldı da götürdü? Koskoca adam bu kadar kalabalıkta, iş ya da aile meselelerinin bu kadar yüksek sesle konuşmayacağını bilmez mi?

Konunun başka bir boyutu daha var. Aynı televizyon kanallarını zaten evde de izliyoruz. Telefonda muhabbet ettiklerimiz zaten tanıdıklarımız. Bize hiçbir faydası yok o anda. Oysa birilerinden yeni bir şeyler öğrenme ihtimalini ortadan kaldırıveriyoruz. Şu küçücük otobüste yanımızdakine dahi yabancılaşıyoruz. Bilgiyi çoğaltacağımıza daha da küçültüyoruz.
Oysa bu cihazlar küreselleşmenin ispatı ve hediyeleri değil miydi? Ne oldu da bizi birbirimizden uzaklaştırdı? İronik değil mi, elimizdeki küçücük telefon ya da tabletle dünyanın bilgisine hakimiz, ne istersek öğreniyoruz, ama yan koltukta oturan adamın adını bilmiyoruz. Kanada'daki Mike'ın anasının hasta olduğunu biliyoruz, yan koltuktaki amcanın derdinden haberdar değiliz.
Yalnızca otobüse indirgemek de yanlış olur. Benzer şekilde yaşadığımız ortamlardan da haberdar değiliz. Bu kültürün kendine özgü bir sigortası vardı. Herkes iyi bir gözlemciydi. Birbirimize dikkat ederdik. Her şeyin ve herkesin bir normali vardı. Sokakların müdavimleri belliydi. Farklı biri geldiğinde merak eden birileri olurdu, birinin morali bozuk olsa bunu herkes anlardı. Meraklı bakkallarımız vardı bizim, bir de meraklı komşu teyzelerimiz, “Ne oldu be kuzum?” diyen güzel insanlar. Sahi, onlar nereye gittiler? Şimdi topluma kim çıkıyor, sabahın köründe işe gidip gelen aileler mi?
Çalıştığım bir şehirde, müdahale ettiğim bir intihar vakasını hatırladım. Aile, karı koca, büyük bir şirkette yönetici olarak çalışıyorlar. Bir tek oğulları var, lise öğrencisi. Çocukları şehrin pisliğinden uzak büyüsün diye köyde iki katlı bir ev yaptırıyorlar. Üst katta da dedesi oturuyor, o da esnaf ve tüm gün evden uzak. Çocuğun maddi hiçbir sorunu yok. Ne kadar multimedya cihazı varsa alınmış. Fakat bir derdi var ve kimse farkında değil. Çocuk, daha doğrusu delikanlı bir gün okuldan dönüyor, fotoğraf makinesi ile bir duvarın dibinde kendi fotoğrafını çekiyor. Daha sonra bu fotoğrafı bilgisayar ekranına yerleştiriyor. Fotoğraftaki boş alana bilgisayarda ailesi için bir not bırakıyor. Bilgisayarın müziğini sonuna kadar açıyor ve çatı arasına çıkıp kendisini asarak intihar ediyor. Bu kadar zeki bir ergen, ölümün eşiğine gelmiş ama kimse farkında değil.

Kendimizi televizyon ekranlarına ya da bilgisayar monitörlerine gömmeden önceki mutlu günlerde olsa o çocuğu belki birileri fark edebilirdi. Normalden farklı hareketlerini meraklı akrabalar görebilirdi. Toplumsal kontrol mekanizması bir şekilde aileyi ikaz edebilir ve önlem alınmasını sağlayabilirdi. Ne de olsa ergenlerin yakalanmadan sigara içemediği zamanlardan bahsediyorum.
Dönüş yolundayım, yine TV seyrediyorum. Televizyonda bir kadın yaşam koçluğunu anlatıyor. Yaşam koçunun iyi bir yol arkadaşı olduğunu söylüyor. Ne tuhaf! Parmaklarımızın ucunda dünya var ama akıl danışacak bir dost yok. Dostunu bile parayla tutuyorsun. Hayatta belki de hiçbir şeyi yolunda gitmeyen, tek meziyeti gevezelik olan bir adama bir dünya para verip akıl alıyorsun. Onunla bir kahve bile içemiyorsun belki. Çünkü bilgisayar üzerinden o süper arkadaşın fikirlerini alıyorsun. Zayıflama koçu var örneğin. Senin iradenin yetmiyor, üzerine o iradeli arkadaşın iradesini de ekleyerek zayıflıyorsun. Televizyondaki abla balina gibi. Lazer ameliyatı ile göz sıfırlayan göz doktorunun gözlük takması hadisesi. Kelin ilacı mı desem, terzi-sökük kısır döngüsü mü? Bizim memlekette iş kurmak için kapitali olmayanlar emlakçılık yapar. Çene harici bir sermaye istemez. Kahvehanede bile yapılır, dükkâna bile gerek yok. Biraz bunu andırıyor koçluk işi bana. Sermayesi çene. Sahi, böyle zayıflayabilen var mı acaba? Yeni bir iş bulan, evliliğini kurtaran var mı? Ya başarı öyküleri?,

Dünyayı küçülttükçe uzaklaşıyoruz birbirimizden. Gitgide daha bireysel ve nobran insanlar oluveriyoruz. Bir gün bilgisayar ekranda sadece bir rumuz ve bir avatardan ibaret bir varlık olduğumuzda, çocuklarımızın evlendiğini Facebook’taki durum sayfasından öğrendiğimizde, ailemizle tweet atarak haberleşebildiğimizde kafamıza bazı gerçekler dank edecek ama sanırım biraz geç olacak.

Çok mu kötümser oldu ne?