StatCounter

29 Aralık 2013 Pazar

Yozgat Blues ve Kırık Dökük Hayatlar üzerine

 
 
"Kaliteli müzik için tüm Yozgatlılar'ı Delila'ya bekliyoruz" diyor sefil şarkıcı Yavuz, "a ile bitiyor, sonunda h harfi yok" diye de ekliyor.
 
Afişi de dahil olmaz üzere tüm absürtlükleri üzerinde şahane bir şekilde taşıyan Yozgat Blues filmi üzerine yazıyorum bu yazıyı. Bir film tanıtımı ya da eleştirisi değil bu, zaten film eleştirisi yapmaya yetkin de değilim. Sadece aklımda kalanları unutmamak üzere bunları filmin hemen ardından yazıyorum.
 
Yönetmenin kamera kullanımlarından öncelikle bahsetmek gerek. Filmin neredeyse tamamı yakın planlar üzerine geçiyor. Yavuz ve Neşe'nin detayları haricinde filmde neredeyse hiç bir detay yok. Öyle ki bazen hem oyuncunun detayını yakalamak, hem de etrafını izlemek isterken gözleriniz yoruluyor. Bu bakış açısı, onların daracık, sıkışıp kalmış hayatlarını muhteşem betimliyor. Hayatları ne kadar darsa, kadraj da bir o kadar dar. Neşe'nin filmin ilerleyen sahnelerinde çevresi genişlerken onun kadrajı orta planlara doğru genişliyor. Buna karşın Yavuz'un kadrajı hep dar. Kamera neredeyse hiç tripota, şaryoya konmamış desem yeri var. Durmadan sallanan bir kamera, filmi adeta bizim çıplak gözle hayatı izliyormuş gibi bir havaya sokuyor. Hele Sabri ve arkadaşlarını arkadan takip ettiğimiz bir sahne var ki bir ara başımın döndüğünü hissettim. Yönetmen gizli bir göz haline getiriyor bizi, gözetleme, utanma ve merak duyguları içimizde karışıveriyor.
 
Filmin ilk sahnesi yine oldukça çarpıcı bir kadraj. Yavuz, bir alışveriş merkezinde. Orta plan, muhtemelen bir platformun üzerinde. Bizden yukarıda ancak bu otorite değil daha çok onun zayıflığını gösteriyor. Gözden düşmüş bir şarkıcı, yetmişlerden Joe Dassin'in "L`Été Indien" şarkısını söylüyor. Yavuz'un bu tür şarkılar söylediğini tahmin ediyoruz ancak film boyunca yalnız ya da Neşe ile birlikte bu şarkıyı söylüyor hep. Kaydedilmiş müziğin üzerine okuyor, herhangi bir müzik aleti çaldığı görülmüyor. Görüntü, fotoğrafın yönü  açısından aslında hatalı, ekrandaki boşluk sırt kısmına geliyor, tersi olması beklenirken. Yönetmen elbette bunu da bilinçli kullanıyor, Yavuz'un hayatının ne kadar gereksiz olduğu, kadrajdaki gereksiz görüntü ile kendisini gösteriyor. Yavuz'un izleyici kitlesi var mı, belli değil; bize hiç yokmuş izlenimi veriyor.
 
 
Yavuz elli yaşlarının ortasında yalnız bir müzik öğretmeni. Hayatında bir kadın yok, babası ölmüş, eşyalarını dağıtıyor. Bir ablası var telefon konuşmasından anladığımız kadarıyla, hiç görmüyoruz. Konuşmayı sevmeyen, bitik bir adam. Belediye kurslarında hocalık yapıyor üç otuz paraya. Yavuz, akıp giden hayatın ortasında bir damla gibi, su akıp gidiyor, o hiçbir yere tutunamıyor. Hayatta en çok önem verdiği şey peruğu ve eski sahne kıyafetleri. Kimse onun kel halini görsün istemiyor, çok dikkatli.
 
 
 
Neşe,  otuzlarında, tombul bir kız. Bir markette süfli işlerle uğraşan, tadımlık sucuk pişiren bir tezgahtar.
 
Sıradan hayatının tek rengi belediyenin müzik kursu. Ne öğrenmişler, Yavuz ne anlatmış belli değil. Kursun sertifika törenini görüyoruz biz. Gereksiz bir belediye görevlisi kısa bir konuşma yaparak teşekkür ediyor. Filmin tamamında zaten bir gereksizlik güzellemesi var. Bir zarf içinde parayı uzatıyor Yavuz'a.  Hepsi o. Neşe Yavuz'a yaklaşıp Yozgat'ta teklif edilen işin ne olduğunu soruyor ve kendisini de götürmesini istiyor. Neşe'nin İstanbul'da hiçbir şeyi yok, kaybedecek bir şeyi de. O da nehirde sürüklenen bir dal parçası, birbirlerine tutunmaya çalışıyorlar. Neşe'nin dolma parmaklarında koyu renk ojeleri var. Parmaklarını da götürmek istiyor besbelli ve yönetmen gözümüzün içerisine sokuyor parmaklar, ne güzel bir plan..
Yozgat ne alaka diyor insan film boyu. Yozgat bir Anadolu şehri, unutulmuş, hiçbir şeyi ünlü olmayan. Boyasız pasajlar, dökülmüş planlar. Kötü Anadolu otelleri ve L`Été Indien söyleyen bir ihtiyar. Dökülen bir araba ama ilk sahibi olduğu bir Volvo oluşundan Yavuz'un geçmişte iyi günler geçirdiği söylenebilir. Pahalı peruğu da bize onu işaret eder gibi. Her şey geride kalmış ve yollar onları Yozgat'a çıkarmıştır. Çizgisini değiştirmeye çalışan bir gazinodur "Delila". Neden adı Delila'dır, bilemedim. Bir anlamı olmalı bence böyle detayların. Delilah, Yahudi tarihinde "fettan kadın, şeytan kadın" sembolü. Bağlantı oradan olabilir mi? Sonunda H harfinin olmaması özellikle vurgulanıyor, ölen bir terörist için yazılan Delila türküsü olabilir, bilemiyoruz. Gazinonun sahibine güvenmiyor Yavuz, son tahlilde haklı da çıkıyor. Gazino sürekli flu çekimde, o nedenle ne menem bir gazino olduğu anlaşılmıyor. Belki de pavyon, bilemiyoruz. Tuhaf olan Yozgat'ta "Delila" isminde bir gazinoda, L`Été Indien  söyleyen iki İstanbullu 'dur. İlk gece Neşe oldukça derin dekolteli bir sahne kıyafeti giyer.

Tombul göğüsleri, Yavuz'un nasır tutmuş yerlerini yumuşatmıştır. Acaba kalbini kazanabilir mi Neşe'nin? Filmin kalanı bu çaba ile geçer. Elinden geleni yapar Yavuz ama bunu anlatmayı başarabilir mi? Konuşmaktan pek de haz etmeyen Yavuz için bu zor bir durumdur. Üstelik dünya için önemsiz bir figür olan Yavuz, Neşe için de oldukça önemsizdir. Dinlemez onu, kırk yılın başı konuşmaya niyetlendiğinde.
 
Keyifli başlar işler. Önce yerel bir gazetenin dikkatini çekerler. Röportaj, fotoğraf çekimi. Ne güzel başlamıştır. Yeni bir dost da edinirler. Sabri, erkek berberinde çalışan bir kadın kuaförüdür. Tek derdi evlenmektir ama şansı pek yaver gitmez. Neden erkek berberliğinden kadın kuaförlüğüne geçmek istediğini ekonomik teorilerle açıklamak ister, bir türlü beceremez. Taşranın o sıkıcı konuşmalarını hatırlarız. Kendisi ile tanıştırılmak üzere gelen kızları kötü pastanelerin aileye mahsus ayrılmış yerlerinde ağırlar. Oysa Neşe farklıdır. Neşe İstanbul'da ne kadar önemsiz, sıradan, üzerine basılacak bir hatun ise, Yozgat için o kadar önemlidir. İstanbul'dan gelmiştir bir defa, şarkı söyler, dekoltesi vardır. İstanbul'dan gelen kadın klişesini sonuna kadar götürür yönetmen. Neşe o dandik pastaneye değil, Yozgat'ın ferah, modern, camekanlı pastanesine götürülmelidir. Sabri, Neşe'den hoşlanmış, gönlü kaymıştır. Neşe de boş değildir ona karşı. Diyet yapmaya başlar, yediklerine, giydiklerine dikkat eder. Dolma parmakları göstermez artık yönetmen. Yavuz da farkındadır olanların, canı sıkılır ama bunu bize bile hissettirmez. Yavuz'un tüm dünyası içinde geçer, dışarıdan okumak mümkün değildir. Öfkesi, sevinci, aşkı hep içindedir. 
Sonra Kamil girer devreye. Kamil, taşranın entel çocuğu, ziyan edilmiş (!) yeteneğidir. Şairdir, hiç bitmemiş romanın yazarıdır, düşünürdür, radyo programcısıdır, Bedirhan Gökçe'dir bir yerde. O da etkilenir Neşe'den. Kendini anlatmak ister hep. Neşe için boş şeylerdir bunlar, ama hep dinler. Neşe yalnızca Yavuz'u dinlemez, kalan herkes için vakti vardır. Film boyunca Neşe'nin gelişmesini, ilerlemesini; Yavuz'un da gerilemesini izleriz. Delila'nın patronu onları işten çıkartıp yerine arabesk okuyan birini getirdiğinde, Neşe duymasın diye arabasını, hiç çalmadığı kaliteli gitarını satar. Düğünlerde söyler, şoförlük yapar. Acaba bunlar yeterli olacak mıdır? Neşe bu üçlünün arasında kararını nasıl verecektir? Zar zor hayata tutunan  Yavuz, yine dağılacak mıdır? Yoksa yine bir belirsizliğe mi yol alacaktır.

Uzak ihtimal filmini de severek izlediğim yönetmeni bir kez daha taktir ettim. Sinema diline bayıldım. Ercan Kesal zaten benim kahramanım, onun için söyleyecek hiçbir kelime yok. Bu kadar sağlam bir sinema adamını neden daha önce keşfedememişler, anlamak mümkün değil. Uzun zamandır ayrı kaldığım sinemalara (salon anlamında söylüyorum) bu film ile dönüş yapmak süper bir deneyim oldu. Başka Sinema organizasyonunun Ankara-Büyülüfener salonunda izledim. Filmin son ve en vurucu sahnesinde ışıkları açtılar. Ben söyleyecek bir kelime dahi bulamıyorum. Sırf son  sahneyi hakkını vererek izlemek için bir kez daha gitmeyi bile düşünebilirim. Festival filmine gelip de filmin jenerik yazılarını izlemeyen sinema seyircisine ne demeli peki? Filmin ilk saniyesinden son saniyesine kadar devam ettiği gerçeğini ne zaman öğreneceğiz peki? Ben biletimin parasını Büyülüfener sinemasına, hakkımı da önümden geçen görgüsüz sinema izleyicilerine helal etmiyorum, bilmelerini isterim.

Bu yazıyı yazarken Joe Dassin dinledim, size de tavsiye ediyorum. Son olarak da L`Été Indien  şarkısının Türkçe'sini sizinle paylaşmak isterim.

http://yedincioda.blogspot.com/ sitesinde daha ayrıntılı bir yazıyı birkaç gün içerisinde okuyabileceğimizi düşünüyorum.

Sinema dolu günler dilerim :)))

L`Été Indien/ KIZILDERİLİ YAZI

Biliyorsun,
Hiç mutlu olmamıştım o sabahki kadar
Bir plajda yürüyorduk, biraz bunun gibi
Mevsim sonbahardı
Havanın güzel olduğu bir sonbahar
Amerika'nın kuzeyine özgü bir mevsim
Orada buna "Kızılderili Yazı" diyorlar
Ama sadece bizim yazımızdı o!..
Marie Laurencin'in bir suluboya tablosuna
Benziyordun uzun elbisenle
Ve hatırlıyorum, çok iyi hatırlıyorum
O sabah sana söylediklerimi
Bir yıl geçti, bir asır geçti,
Bir sonsuzluk geçti aradan...

İstediğin yere gideceğiz
Sen ne zaman istersen
Ve gene birbirimizi seveceğiz
Aşk öldüğünde
Bütün hayat o sabah gibi olacak
"Kızılderili Yazı"nın renkleriyle

Bugün çok uzaktayım
O sonbahar sabahından
Ama sanki oradaymışım gibi
Seni düşünüyorum
Neredesin? Ne yapıyorsun?
Ben senin için hala var mıyım?
Kum yığınını asla beklemeyecek olan
Şu dalgaya bakıyorum
Görüyorsun, o dalga gibi öne geliyorum
O dalga gibi kumun üstüne uzanıyorum
Ve hatırlıyorum
Hatırlıyorum gelgitleri
Güneşi ve denizin üstünde gezinen mutluluğu
Bir yıl geçti, bir asır geçti,
Bir sonsuzluk geçti aradan...

İstediğin yere gideceğiz
Sen ne zaman istersen
Ve gene birbirimizi seveceğiz
Aşk öldüğünde
Bütün hayat o sabah gibi olacak
"Kızılderili Yazı"nın renkleriyle