StatCounter

29 Mayıs 2020 Cuma

Beş Garantili İpucu ile Tüm Yalanları Yakala



Modern çağlardayız ve herkes her şeyin bir kolayı var zannediyor. Daha doğrusu bu algı yaratılmaya
çalışılıyor. Şu hapı iç zayıfla, sporsuz diyetsiz. Şu videoyu izle sigarayı bırak. Uyurken şu kulaklıktan sesi
dinle İngilizce öğren. Bunların pek çoğu işe yaramasa da, kolaylıklar çağında her şeyin bir kolayı
olduğuna inanmak istiyoruz. Başladığımız hiçbir şeyi yerine getirmek için yeterli sabrımız yok.
Dikkatimiz kolayca başka bir yere kayıyor. Bu yüzden başladığımız kolaylıkların işe yarayıp
yaramadığını da öğrenemiyoruz bile. Sistem nasıl da güzel işliyor.
Bana da en çok sorulan soru bu. Nasıl yalan yakalarız? Hem de kolayca. İyi de ben bunun kitabını
yazdım zaten, okumaz mısınız? Başka yazan yazarlar da var. Hayır, o kadar sabrımız yok. Sen bile
herkese uyacak bir ipucu ver, biz hemen anlayıverelim yalanları. Bu kadar basit.
Keşke işler bu kadar basit olsa. Herkese uyacak bir ipucu bulsak. İşyerinde, evde, emlakçıda, oto
galeride, mahkemede, bankada ve daha pek çok yerde o ipucunu kullansak ve karşımızdakinin yalan
söylediğini şıp diye anlasak. Maalesef henüz böyle bir yalan maymuncuğuna sahip değiliz. O nedenle
otomobil alırken muayene ettirmek, kredi verirken kredi notuna bakmak ve mahkemelerde hala
delillere dayanmak zorundayız.

Peki bitti mi? Bu kadar mı? Değil elbette. Yalan söylemek insan doğasına aykırı bir çabadır ve mutlaka
bir yerlerden sızar. Ne diyor Freud? “Hiçbir ölümlü yalan söyleyemez. Dili sussa parmak uçları
konuşur, ihanet tüm gözeneklerinden sızar.” İnsanın düşünen ve yalan söyleyen beyni, dürüst ve
yalan söyleyemeyen memeli beyninin sürekli olarak baskısı altındadır. Yalan söylemek insanda ciddi
bir stres ve duygusal baskı kaynağıdır. Yalan söylemek zorlar, çok fazla bölünme gerektirir. Yalan
söylemek kimi zaman vicdanımızı zorlar, korkutur ya da aldatma hazzı verir. Yalan söylemek kalp
atışlarımızı hızlandırır, vücut sıcaklığımızı artırır ve bizi terletir. Demek ki yalanı yakalayacak tek bir
işaret değil ama pek çok işaret sızabilir yalan söylerken. Ben bunlardan bilimsel olarak doğruluğu
ispatlanmış beş işareti sizler için seçip anlatacağım bu yazıda.
1. Yalan söyleyenlerin ses tonları tizleşir. Alın size çok sağlam, meta analizlerle de desteklenen
bir yalan işareti. Yalan söyleyen kişiler genellikle yoğun stres yaşarlar. Bu da onların ses telleri
üzerine etki eder. Yalan söyleyenler yüz ifadelerini, beden dili sinyallerini, duruşlarını ve
sözlerini kontrol etmek zorundadırlar. Bu oldukça zor bir iştir. Bu sırada ses tellerini ve
tonlarını kontrol etmekte zorlanırlar. Kimi zaman buna rastladığınızdan da eminim. Yalan
söyleyen kişilerin ses tonu tizleşir ve yükselir. Stres yaratan bir soru ya da konuşulan bir konu
üzerine kişinin ses tonundaki tizleşme ve yükselme sizi hemen uyarmalıdır.
2. Yalan söyleyenler ayaklarını ve bacaklarını kontrol etmekte zorlanırlar. Bu Charles Darwin’den
beri bilinen bir gerçek. Yukarıda da belirttiğim gibi yalan söylemek çok değişkenli bir
eylemdir. Doğru söyleyenin tek derdi doğru neyse onu aktarmaktır. Kendisini kontrol etme
gereği hissetmez. Oysa yalancı duruma en uygun yalan ya da yalan parçasını uydurmaya
çalışırken, bir taraftan da yüz ifadesini, duruşunu, bakışlarını, ses tonunu, ellerini ve karşı
tarafı kontrol etmeye çalışır. Bunların tamamını çoğu kez yapamaz ve beynine en uzak olan
uzuvlarını kontrol etmekte zorlanır. Bu nedenle çoğu kez kontrolsüz el kol ama daha sıklıkla
ayak ve bacak hareketlerini sergiler. Stres anında hareketliyken duran ya da dururken bir
anda hareketlenen ayak ve bacaklar, kişinin yalan söylüyor olabileceğinin güçlü bir delili
olabilir.

3. Yalan söyleyenlerin ağzı kurur. Bu gerçek tarih öncesinden beri bilinen bir ipucudur. Eski
çağlarda yalan söylediğinden şüphelenilen kişilerin pişmemiş pirinci yutmaları istenirdi. 
Çünkü yalan söyleyen kişilerin ağzı kuruyacağı, tükürük salgılamayacağından hareketle
pirinçleri de yutamayacağı düşünülürdü. Daha vahşi yöntemler de vardı elbette. Örneğin
yalan söyleyip söylemediğini anlamak için diline kızgın demir değdirmek mesela. Eğer ağzı dili
kuruduysa hemen yanacaktır elbette. İşin gerçeği yalan söylemek stres hormonunu yükseltir.
Bu da pek çok işaretin yanı sıra ağız içerisinde kurumaya neden olur. Tükürük bezleri tükürük
salgılamayı bırakır ve hatta var olan tükürük içeri çekilir. Bu durum kişinin konuşmasında
zorlanma ve sürekli dili ile duraklarını yalamak zorunda hissetme ile kendisini gösterir. Ağız ve
dil ol kadar kurur ki kişi dilini ağzının içerisinde hareket ettiremez ve konuşmaları anlaşılmaz.
Bu nedenle stres soruları karşısında ağzın kuruması ve dili sürekli yalama ihtiyacı ciddi bir
yalan belirtisidir.
4. Yalancılar konuşurken daha fazla duraklama yaparlar ve cevap verme süreleri daha uzundur.
Yalancı eğer hazırlık süresi varsa başlangıçta daha kabul edilebilir bir yalan söyleyebilirler.
Ancak yalan hiçbir yere tutunmayan ve havada asılı duran bir kavramdır. Her yerinde boşluk
yakalanabilir. Bu nedenle iyi bir sorgu uzmanı, görüşmeci (ya da kadınlar) ince noktaları ve
tutarsızlıkları görerek açıkta kalan konuları sorarak yeni bağlantılar kurmaya çalışırlar. Doğru
söyleyenler için belki sadece anımsamakla ilgili bir sorun olabilir. Yalan söyleyen ise sorulan
her soruya karşı vereceği cevabı düşünür, açıkta kalacak ya da daha önce söyledikleri ile
çelişecek herhangi bir şey olup olmadığını değerlendirir. Öte yandan ortaya çıkan yeni yalan
ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışır. Bu çok zaman alan bir durumdur. Bu nedenle zaman
kazanmak için yalan söyleyenler cevap verirken daha fazla duraklama yaparlar ve sorulan bir
soruya normalden daha geç cevap verirler. Hatta çoğu zaman anlamamış gibi sorduğunuz
soruyu tekrarlarlar ya da sizin sorduğunuz soruya başka bir soru ile cevap verirler bunların
tamamı zaman kazanma çabasıdır ve yalan söyleme ile ilişkisi pek çok çalışma ile
ispatlanmıştır.
5. Yalancılar inandırmak için gereğinden fazla yemin ederler. Doğru söyleyenlerin inandırmak
gibi bir derdi yoktur. En azından olmadığını düşünürler ve doğruyu eksiksiz bir biçimde
anlatmaya çalışırlar. Oysa yalan söyleyen bir yalanı kurgular ya da doğrunun bir kısmını saklar,
kendi doğrularını yaratarak aktarırken, bu yalanlara karşı tarafı inandırma zorunluluğu da
hissederler. Bu iki şekilde kendini gösterir. Kimi yalancılar anlamsız ve beden dili ile uyumsuz
bir öfke gösterisinde bulunurlar. Kendilerini haksızlığa uğramış gibi hissederler ve öfke ile
bağırıp çağırırlar. Fakat doğal bir öfke olmadığı, sadece yalanı maskeleme ve zaman kazanma
çabası olduğu dikkatli gözlerden kaçmaz. Bir diğer grup ise gereksiz ve abartılı yeminler
ederler. İnsanlar genel olarak yemin edebilir, bunda bir şey yok. Bazılarının her söze valla billa
diye başlamak gibi alışkanlıkları da vardır. Ancak normal zamanda etmedikleri ve
yaratıcılıklarını kullandıkları yeminler her zaman dikkat çekmelidir. Allah belamı versin, ekmek
Kuran çarpsın, ekmeğe kör bakayım, çocuklarımın üzerine yemin edeyim tarzında gereksiz ve
uzun yeminler yine başka bir maskelemenin işaretidir.
İşte size beş ipucu. Elbette çok daha fazlası var ama bunlar çeşitli araştırmacılar tarafından
ispatlanmış, doğrulanmış ve bilimselliği kabul edilmiş olan ipuçları. Ancak şunu da bilmeniz gerekiyor
ki, ne kadar çok işaret bilirseniz bilin, sonuçta gözlemlemek ve görebilmek gerekiyor. Gözlerinizi
sürekli açık tutun, davranış değişikliklerini yakalamaya odaklanın. Göreceksiniz ki bir süre sonra bu
durum bir alışkanlık haline gelecek ve daha kolay bir şekilde yalanları yakalayabildiğinizi fark
edeceksiniz.
Bonus ipucu: Araştırmalar tüm dünyanın üzerinde uzlaştığı yalan yakalama işaretinin göz kaçırma
davranışı olduğunu gösteriyor. Gözlerime bak ve doğruyu söyle. Tanıdık geldi mi bu cümle. Evet,
acemi yalancılar, çocuklar ve gençlerde bu davranış gözlemlenebilir. Fakat genel çalışmalar gösteriyor
ki, bu güvenilir bir işaret değil. Nasıl ki suç işleyen kişiler kolluğun parmak izlerinden yararlanarak 
yakalayacağını bildikleri için eldiven takıyorlarsa, yalancılar da bu işaretin farkında oldukları için daha
fazla gözlerinizin içine bakacaklardır. Ben meslek hayatımda kime gözlerimin içine bak dediysem hiç
bakmayan olmadı örneğin. Üstelik araştırmalar yalancıların normalden daha fazla gözlerin içine
baktıklarını göstermektedir. O yüzden gözlerinizin içine bakarak konuşan herkesin doğruyu
söylediğinden çok da emin olmayın lütfen.
Yalansız dolansız günler dilerim.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

DİJİTAL MESAFE ve DİJİTAL NEZAKET


Arkadaşlar ya da uzaktan tanıyan birilerinden bir whatsapp mesajı geliyor “Müsait misin?” Daha neye müsait miyim sorusu cevaplanmamışken kerhen bir evet yazıyorsunuz ve bir anda görüntülü arama çağrısı geliyor. Açsan bir türlü, açmasan bir başka. Müsait misinden ne anlaşılır ki? Yani evet hayattayım, ayaktayım da, bakalım o anda üstüm başım müsait mi? Fonda kütüphane görseli var mı? Bunlarla ilgili hiçbir şey konuşmamışız. Mecburen açıyorsunuz ve sıkıntılı bir biçimde konuşuyorsunuz.

Keza mesajlar için de aynı şey geçerli. Gecenin bir saatinde herhangi bir mecradan mesaj: Hocam, Pazar günü akşamı saat 20’de Instagram canlı yayınına katılır mısınız? Peki an itibariyle Perşembe saat 22:45 olmasının sizin için bir anlamı var mı? Üstelik ben işim icabı telefonu hiç kapatmıyorum ve sıklıkla da sesi açık oluyor.Ama bu işle ilgili mesajlar için geçerli. Onu atlatıyorsun, Facebook Messenger’den bir başka mesaj “Nbr kardeşim?” Valla ne olsun kardeşim, uykudan uyanmış olduk, sen nasılsın?

Benim çocukluğum telefonların nadir olduğu, her evde bulunmadığı zamanlara denk geldi. Sevgili öğretmenim Aysel Başer bizi sanırım ikinci sınıftayken okul müdürünün odasına götürdü ve telefonla tanıştırdı. Telefon ne işe yarar (iletişim aracıdır, muhabbet için değildi o zamanlar), nasıl aranır, kendisini nasıl tanıtmalıdır, kim önce kapatmalıdır gibi telefon nezaketine ilişkin konuları tek tek anlattı. Ne o gün aklımdan çıktı bir daha, ne de öğretmenimin söyledikleri.

Fakat günümüzde bir iletişim çılgınlığı yaşanıyor. Pek çok bağımsız mesajlaşma uygulamaları (whatsapp, telegram, BİP gibi) ve her türlü sosyal medya platformları üzerinden mesaj gönderilebiliyor. Neden çılgınlık? En son verilere göre Whatsapp üzerinden dünya genelinde dakikada 29 milyon, günde ise 65 milyar mesaj gönderiliyor. WP gündelik hayatın da, çalışma hayatının da merkezinde yer alıyor. Hal böyle olunca insanlar size her an ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Oysa mesajlaşma ile telefon nezaket kuralları çok da farklı değil. Yani normalde telefonla arayamayacağınız saatlerde benzer şekilde mesaj da atmamak gerek. Mesajı açmak da başka bir sorun. Acaba işyerinden mi, yoksa ailevi önemli bir konu mu diye baktığınız anda karşı tarafa görüldü mesajını da gönderiyorsunuz. Bu kez onun yaptığı nezaketsizliğe, sizin de görüp de cevap vermeme nezaketsizliği ekleniyor. Buyur buradan yak durumu.

Daha bu yazıyı yazarken gece saat 23.21’de gelen mesajı aktarayım size:
“Selamın aleyküm komutanım nasılsınız? Valla beni soracak olursanız ben iyiyim ve elimden geldiğince iyi olmaya çalışıyorum. Komutanım geçenlerde aklıma bir şey takıldı. İnsanların para ile satın alıp alınamayacağını belirleyen psikolojik testler acaba mevcut mudur? Mevcut ise bunlara nasıl ulaşabiliriz? Teşekkürler komutanım” Sonunda ilgisiz emojiler filan. Ben de ona şu soruyu sordum: “Tam da bu saatte mi aklına takıldı?” Tabii arkadaşımız mahcup oldu özür diledi, ama olan olmuştu. Ben kendisini afişe ya da rencide edeyim diye yazmıyorum bunları. Sadece artık genel olarak gözlemlediğim bir anlayıştan bahsetmek istiyorum. Akşam saat sekizden sonra telefon etmekten haya eden bir toplumdan evrildiğimiz dijital toplum işte tam anlamıyla budur.
Dijital dünya ve etkileşimli sosyal medyanın bireylerarası mesafeyi kısalttığı doğrudur. Hiç tahmin etmediğiniz bir ünlü sizin yorumunuza cevap verebiliyor, hatta beğenmediyse atar yapabiliyor. Az takipçili twitter kullanıcıları bunu çok kullanıyor mesela, kitabın ortasından bir yorum yapıyor, muhatabı tahrik olduysa değme keyfine, gelsin etkileşimler. Hiç beklemediğiniz bir marka yazddıklarınızı beğenip size hediyeler gönderebiliyor. Yine bir ünlü sizin özel mesajınıza karşılık verebiliyor. Bunlar aramızdaki mesafeleri hep daraltan durumlar. Artık herkes hiç olmadığı kadar yakın bize. Fakat bu da başka bir yanılsama yaratabiliyor. Aramızda teklifsiz bir iletişim biçiminin olduğunu. Hâlbuki bu durum böyle değil. Evet, o kişi sizin evinize bir instagram canlı yayını ile konuk olabilir. Bu sizin kontrolünüzdedir. İster izler, ister izlemezsiniz. Ancak bu yakınlığı gecenin bir saati aynı kişiye mesaj yazmaya gelince, orada işler değişiyor.

Canlı yayın teklifleri de başka bir mesele. Canlı yayın yaparak etkileşim ve takipçi kazanma arzusu, insanları hiç tanımadıkları uzmanlara ya da sanatçılara canlı yayın teklifi götürmekle başlayan zincir, istekli olmayanlara ısrar etmek, kabul etmeyen kişilere hakaret ve sosyal medya lincine kadar uzuyor. Whatsapp üzerinden bile tacize uğrayan insanlar var. Bunları yapmamak gerek.

Gündelik hayatta bile görgü kuralları ve nezaket mumla aranır hale gelirken, sayısız anonim profilin ardına saklanan kullanıcının tüm görgü kurallarına uymasını beklemek bir hayal olmuş olabilir. Ancak yazdığınız, çizdiğiniz, aradığınız kişinin tıpkı sizin gibi bir özel hayatının ve bir ailesinin olduğunu, üretebilmek için önce düşünmesi ve çalışması gerektiğini lütfen aklınızdan çıkartmayın. Çok yakınımız bile olsa video görüşmeye ya da aramaya her zaman hazır olmayabileceğini ve ya da istekli olamayacağını kabul etmeliyiz. Bunlar yeni dönemin gerçekleri.

Dijitalleşme hayatımızın içinde ve kaçacak yer yok. Her türlü teknolojik yeniliğe ve ortama çok çabuk uyum sağlıyoruz. Aynı başarıyı dijital mesafenin korunması ve dijital nezaket alanında da gösterebilmemizi dilerim.

30 Nisan 2020 Perşembe

Güç Veren Beden Dili




Birkaç yıl önce bulunmaktan hiç hoşnut olmayan bir yerdeydim. Haksız bir biçimde oraya gelmiştim ve beni haksız yere bekleterek daha da üzüyorlardı. Bir banka oturdum ve düşüncelere daldım. Kendi kendimi kahrediyordum. O kadar mutsuzdum. Bir süre sonra kendime geldim ve kendi beden dilimi gözlemledim. Bir çeşit iç bakıştı. Bedenimi küçültmüştüm. Dizlerimi karnıma yaklaştırmış, boynumu içeri çekmiştim. Kollarımı, kendimden yardım ister gibi kendime dolamıştım ve gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Birden kendime geldim. Bu şekilde salamazdım kendimi. Ayağa kalktım, pencereden dışarı baktım. Ellerimi belimin iki yanına koydum ve bedenimi dik bir pozisyona getirdim. Derin nefesler almaya başladım. Yaklaşık beş dakika içinde nefes alış verişim düzeldi, moral durumum yükseldi. İçimde dirilen bir adam vardı. Sanki içimdeki pil şarj olmuştu. Kendime gelmiştim. İşte beden dilinin iyileştirici gücü.

İnsanların beden dilinden genel olarak anladıkları başkalarının hareketlerine bakarak bir çıkarım yapmaktır. Bu da elbette bir yönü, hatta önemli yönü.  Fakat en az bu kadar önemli olan bir başka boyutu kendi iç bakışımız ve bizi güçlendiren, iyileştiren beden dili. Uzun zamandan beri bedensel duruşlarımızın fiziksel etkileri olduğu, bedenimizde kimyasal değişimler başlattığı ve ruh halimizi değiştirdiği bilimsel olarak ortaya konulmuş durumda. Bu yazıda bunlardan bahsetmeye çalışacağım.
Aslında beden dilinin kişi üzerindeki fiziksel etkileri güç ile sınırlı değil. Örneğin gülümsediğinizde şakak kemiği üzerinde yükselen zygomatik kaslar mutluluk hormonunu tetikler. Başınızı yukarıda tutmak gurur verirken, kambur duruşlar stresi artırır. Fakat şimdi bahsedeceklerim doğrudan fiziksel güç ile bağlantılı konular.

Tüm canlılarda irilik ve diklik baskın ve alfa olma göstergesidir. Horozlar, hindiler, tavus kuşları, güvercinler rekabet durumunda ya da dişilere kur yapmak için tüylerini kabartırlar ve kendilerini daha iri gösterirler. Kediler kavga ve tehdit hallerinde tüylerini kabartırlar. Kobra yılanları boyun kaslarını açarak genişletirler ve vücutlarını dikerler. Şempanzeler göğüslerini havayı tutarak şişirirler. Aslanların yelesi kendilerini daha iri göstermelerini sağlar. Balon balığı kendisini hava ile doldurarak iki katı büyüklüğe ulaşır. Kavgada ya da fiziksel rekabette yenilen hayvanlar kendilerini yere yapıştırır, bedenlerini küçültür ve rakip olmadıkları konusunda karşı tarafı ikna etmeye çalışırlar.
İnsanlarda da durum farklı değildir. Askerler, büyük şapkalar ve apoletlerle kendilerini daha iri gösterirler. İlkel kabile savaşçıları kafalarının üzerine tüyler takarlar. Kızılderili reislerinin başlıklarını kim unutabilir? Kavga halinde rakipler büzüşmez, aksine kollarını ve bacaklarını iki yana açar, göğüslerini dikleştirirler. Patronlar büyük masalarının üzerine ayaklarını koyar, ellerini enselerinde birleştirirler. Kişinin kapladığı alan büyüdükçe güçlü olduğunu, küçüldükçe zayıflığını gösterir.



Testesteron hormonu erkeklik hormonudur. Savaşma, kavga durumlarında vücudumuzda artar, daha gözü kara olmayı ve daha fazla risk almayı beraberinde getirir. Kortizol hormonu ise stres hormonudur. Kaçmayı tetikler ve korku halinde daha fazla artar. Güçlü insanların daha düşük bazal kortizol seviyesine sahip oldukları, stres halinde daha düşük kortizol salgıladıkları görülürken; güçsüz kişilerin daha yüksek kortizol seviyesine sahip oldukları ortaya konulmuştur.
Yapılan bir araştırma, duruşlarla vücut kimyası arasında doğrudan bir ilişkiyi ispatlamıştır[1]. Katılımcıların yarısına güç duruşları yaptırılırken, diğer yarısına zayıf bir duruş verdirilmiş ve bir dakika süresince bu şekilde bekletilmiştir. Bu demeyin hemen öncesinde ve sonrasında ağız sıvısından örnek alınarak testesteron ile kortizol hormonları seviyeleri test edilmiştir. Dahası bu kişilere bir kumar önerisi sunulmuş ve risk alma eğilimleri değerlendirilmiştir.

Araştırmacıların tahmin ettikleri üzere güç duruşuna sahip kişilerin deney sonunda testesteron hormonları yükselirken kortizol hormonlarında düşme görülmüştür. Tak aksine güçsüz ya da zayıf duruşlar sergileyen kişilerde testesteron düşerken kortizol artmıştır. Deney sonunda bu kişilere 2’şer dolar verilmiş, eğer isterlerse bu parayı saklayabilecekleri ya da zar atarak iki katına çıkarabilecekleri, ama hepsini de kaybetme ihtimalleri olduğu söylenmiştir. Güç duruşunda bulunan kişiler daha fazla risk almış, diğerleri ise riskten kaçınmıştır.
Bu araştırma bizlere beden dilinin fizyolojik, psikolojik ve davranışsal değişimler üzerinde ne kadar etkili olduğunu gözler önüne sermektedir. Hayata karşı duruşunuz olsun diye bir söz söylenir. Bunun bilimsel bir altyapısı da var. Kendinizi ne zaman zayıf hissederseniz ayağa kalkın. Ellerinizi belinize koyun, başınızı yukarı kaldırın ve güçlü bir gülümseme koyun yüzünüze. Yapmacık olacak diye korkmayın, bir süre sonra o gülümseme gerçek bir gülümseme olacak ve kendinizi fiziksel olarak çok daha güçlü hissedeceksiniz.




[1] Carney, D. R., Cuddy, A. J., & Yap, A. J. (2010). Power posing: Brief nonverbal displays affect neuroendocrine levels and risk tolerance. Psychological science21(10), 1363-1368.

24 Nisan 2020 Cuma

Maske Takan Kişinin Beden Dili


Aylardır dünya çapında bir salgın hastalık ile mücadele ediyoruz. Evlerden çıkamıyoruz, ne zaman biteceği de belli değil. Bunun yanında alışmak zorunda olduğumuz bir şey daha var: maskeler.
Maskeler sıkıcı, terletiyor, bu sıralar bulmak da biraz zor. Bunun yanında bir problemi daha var. Maske takanın yüz ifadesini görmekte zorlanıyoruz. Burnu ile tiksinme hareketi yapsa göremiyoruz. Dudağını asimetrik bir biçimde bizi küçümsese anlayamıyoruz. Aldatma keyfini gözlemleyemiyoruz. Yüz ifadelerinin ne kadar önemli olduğunu şimdi daha iyi anladık sanırım. Yüzümüzde 55 kas var ve binlerce yüz ifadesi yapabiliyorlar. Fakat yüzün yarısından fazlası kapalı ise nasıl görebiliriz ki? Elbette beden dili ve sözsüz sızıntıları yakalayarak.

Önce baş ve omuzların duruşlarına dikkat edin. Boynun açıkta olacak şekilde tutulması rahatlığı ve özgüveni gösterirken, boynu saklayacak şekilde kafasını gömen kişiler saklayacak bir şeylerinin olduğunu, rahatsızlıklarını farkında olmadan iletirler. O pozisyonda başını eğerek gözlerini diken çatık kaşlı birisini görüyorsanız da bu onun saldırı hazırlığında olduğunu gösterebilir. Eğer boynunu gösterecek şekilde bir yana doğru eğmişse teslimiyet göstergesidir ve onun bir yanlış yaptığını ve nasıl anlatacağını bilemediğini düşündürebilir.

Boyun derisi ile oynamak, kişisel bir gerginliğin, stresin işaretidir. Erkekler adem elmasının önündeki deri ile oynarken, kadınlar boyun çukurunu örtmeye çalışır. Buralar maskenin gizleyemediği yerlerdendir.


Maske yüzün büyük kısmını kapatsa da gözler, kaşlar ve alın açıktadır. Buralar da duygularla ilgili önemli ipuçları sağlar. Örneğin kısılmış gözler, yoğunlaşma ve odaklanmayı gösterir. Kavga etmeye ve saldırmaya hazırlanan kişilerde de gözlemlenir. Bir şeylerin yolunda gitmediği, kişinin rahatsız olduğu, şüpheli olduğu, aynı fikirde olmadığı anlamları çıkartılabilir.

Gözbebeklerini izlemek zordur, büyüyüp küçülmesini fark etmek de kolay değildir. Fakat özellikle renkli gözlülerde ve açık havada bu anlaşılabilir. Gözbebekleri normal irilikte ise bu bir sorun olmadığını gösterir. Göz çukurlarının rahat duruşundan, kırışmamasından da anlaşılır bu. Fakat bir anda küçülmesi bir şeylerin yolunda olmadığı, rahatsız olduğu, gördüğü ya da duyduğu şeyden hoşlanmadığı anlamlarına gelir. Tam aksine büyümesinin de bazı önemli mesajları vardır. İnsanlar hoşlandıkları şeyleri gördüklerinde gözbebekleri irileşir. Cinsel çekici kişi ya da objeler de buna dahildir. Öte yandan zihinsel olarak zorlandıklarında, yani zor bir problemi çözerken ya da bir yalan uydurmaya çalışırken de gözbebekleri büyür.

Göz seğirmesi ve göz kapaklarının titremesi, daha sık göz kırpma stresi, gerginliği, kaygıyı ve endişeyi ifade edebilir.


Kaş hareketleri son derece anlamlıdır. Pek çok duygumuzu kaşlarımızla ifade eder ya da onlar aracılığı ile sızdırırız. Örneğin ikisi de aynı anda yükselen ve inen kaşlar selam vermenin, görmekten hoşnut olmanın, kabullenişin ifadesidir. Öte yandan yukarıda asılı kalan, özellikle de bir tanesi yukarıda olan kaşlar stres, şüphe, gerginlik, sorgulama ifade eder. Siz bir şey anlatırken maskeli arkadaşın tek kaşı yukarıda ise söylediklerinizi inandırıcı bulmadığı ya da kabul etmediğini ifade eder. Kaşların birbirine yaklaşması ya da çatılması ise öfkeyi, kaygıyı, gerginliği ve saldırganlığı gösterir.

Son olarak alın kısmından bahsedeceğim. Alnımız çok şey ifade eder. “Alnımda mı yazıyor?” ifadesi de aslında bunun bir yansımasıdır. Bebekler bile karşılarındaki kişilerin alınlarına bakarak duygu ifadesi okurlar ve bir bebeği aldatmak teorik olarak imkânsız gibidir.

Alın gerginliği, stres göstergesidir. Alnın kırışması da aynı şekilde bir şeylerin ters gittiğini ifade eder. Normal bir ruh halinde alın gergin olmaz, kırışmamış ve sakindir. Eğer karşınızdaki kişinin alnı terlemeye başlamışsa, maskeden dolayı değilse stres kaynaklı olabilir. Ama bu durumun iyi değerlendirilmesi gerekir. Kişinin şakak damarı çıkmış hatta atıyorsa bu çok büyük bir ihtimalle stresi, kaygıyı, korkuyu bazen de heyecanı gösterir. Kaçmaya ya da kavga etmeye hazırlanan kişilerin de şakak damarları atar.

Bunların yanı sıra kişilerin beden duruşları da mutlaka değerlendirilmelidir. Dik duruş, rahat oturuş, göğsün açık tutulması, iletişim kurarken tam olarak karşısındakine dönülmesi nasıl rahatlığı anlatıyorsa, tam tersi hareketler rahatsızlık ve bir şeyleri saklama belirtisidir. Bu konularla ilgili daha geniş bilgileri benim kaleme aldığım ve İnkılap Yayınları’ndan çıkan Sözsüz Sızıntı 1 ve 2 kitaplarından ve Joe Navarro’nun kitaplarından alınabilir. İletişim dolu günler dilerim.

16 Nisan 2020 Perşembe

Zehirli Bilgi-İnfodemi


Yıllar önce annem eve bir mektupla geldi. Arapça bir satır yazı ile başlıyordu. Altında da bu duayı(!) çoğaltıp beş kişiye göndermesi gerektiğini belirtiyordu. Mektupta bunu çoğaltarak yollayan filanca kişinin piyangodan para kazandığını, çocuğu olmayanın çocuğu olduğunu ve benzeri güzellikleri anlatırken; göndermeyen filancanın evinin yandığını, arabasıyla kaza yaptığını sıralıyor ve gözdağı veriyordu. Çocuk yaşımda bana çok ilginç gelmişti ve ben onun aslında bir sosyal deney, dahası moda tabiriyle infodemi olduğunu anlamamıştım.



Pandemi kelime anlamıyla dünyada pek çok ülkede hatta kıtada yayılan bir salgın hastalık anlamına geliyor. Şu an yaşadığımız da aslında tüm dünyaya yayılmış bir salgın. İnfodemi ise kasıtlı olarak yayılan yanlış ve zararlı bilgi anlamına geliyor. Zehirli bir bilgi. Geçmişi de oldukça eski.
Örneğin 1938 yılında Amerika’da Orson Welles’in oldukça gerçekçi olarak oynadığı radyo tiyatrosu Dünya’nın uzaylılar tarafından istila edildiğini anlatıyordu ve yayını baştan izlemeyenlerin gerçek zannetmesi ile kaos yaratıldı. Kulaktan kulağa yayılan haberler insanların sokaklara dökülmesine, evlerini terk etmelerine, hatta intihara sürüklenmelerine neden oldu. Gerçek ortaya çıktığında oldukça fazla can ve mal kaybı olmuştu.


1955 yılında Ekspres adlı bir gazetenin “Atamızın (Selanik’teki) Evi Bomba İle Hasara Uğradı” şeklinde attığı manşet tarihimizde 6-7 Eylül olayları olarak bilinen bir rezalete neden oldu ve İstanbul’da yüzyıllardır komşularımız olan gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin yağmalanması ile son buldu. Resmi kayıtlara göre bu Vandallar resmi kaynaklara göre 4 bin 214 ev, 1.004 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel vb. 5 bin 317 yeri tahrip etti.
Benim çocukluğumdan hatırladığım bir başka infodemik olay ise “Sakallı Bebek Panik Yarattı” başlıklı haberdi. Bir bayram öncesi tabloid bir gazetede yayınlanan sakallı bebek çizimi ile bu bebeğin doğuşu ile bayramın 3. günü Kıyamet kopacağı iddiası panik yaratmasa da insanları germişti.
Tabii sosyal medyanın ortaya çıkışı ve yayılması ile infodemi bambaşka bir yayılma alanı buldu, viral yayılma. Artık üretilen bir yalan bilgi çok daha hızlı bir biçimde yayılabiliyor. Kendisine geniş kitleler bulabiliyor. Tehditin büyüklüğü, ilginçliği, korkunçluğu, olabilirliği ya da sadece eğlenceli olması gibi etkenlerle insanlar gönüllü olarak bu hatalı bilgiyi yayıyorlar.

Gerginlik zamanları, bilinmezliğin fazla olması, resmi haber kaynaklarında kesiti olması, infodeminin yayılması için en uygun ortamlar. Ortamda ne kadar bilgi kirliliği varsa o kadar fazla yalan haber paylaşılıyor. Örneğin sınır ötesi harekatlarda, özellikle terörist unsurlar moral bozmak ve uluslararası ortamda olumsuz bir algı yaratmak için hemen böyle bir yola başvuruyorlar. On yıl önce yangında yaralanan birisinin fotoğrafını harekatta sivillerin üzerine varil bombaları atıldı diye tweetler paylaşıyorlar. Bunları paylaşmak için hazır bekleyen trol orduları da apartta bekliyorsa bu yalan haberler uluslarararası boyutta yayılıyor ve arada yorum yapmak için hazırda bekleyen klavye kahramanları ve sözde aktivistler bunları hiç kaçırmıyor ve kontrol etmeden yayınlıyorlar. Böylece yalan haberin yayılmasına iyi niyetle de olsa aracılık ediyorlar.
“Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülmüştür.”



Şimdi dünya çapında nur topu gibi bir pandemimiz var. Gözümüzle göremediğimiz ama etkilerini yoğun bir biçimde gördüğümüz virüsler tüm dünyayı evlerine kapattı. Hiçbir şey belli değil. Ne aşı, ne tedavi, yarın ne olacağı, karantinanın ne kadar süreceği, okulların ne zaman açılacağı, hiçbir şey. Acayip bir virüs var. Resmen modern çağlar için geliştirilmiş virüs 3.0 gibi. Birilerine bulaşıyor, hiçbir etkisi görülmüyor, hasta olmadığını sanarak dolaşıyor ama bir sürü kişiye bulaştırıyor. Dokunduğu her şeyi altına çeviren Kral Midas gibiyiz, nereye dokunacağımızı şaşırmış durumdayız ve çıldırmak üzereyiz. İşte bu karmaşada ne üretseniz bir müşteri buluyor.
Gaz çıkartmak bulaştırıyor mu? Buruna buhar çekmek ya da saç kurutma makinası tutmak virüsleri öldürür mü? ABD yeni koronavirüsün mucidini bulup tutukladı mı? Daha neler neler? Ya whatsapp gruplarından dalga dalga yayılan tuhaf sesli mesajlar. “Arkadaşlar, kuzenim doktor. Bizzat kendisinden dinledim…” diye başlayan uydurma hasta öyküleri. 



Sonuç olarak infodemi yeni değil ama yeni isimlendirilmiş bir kavram. Zamanın asparagas haberleri gibi. Asparagas kelimesi nereden mi geliyor? Onun için de sizi bir Google aramasına davet ediyorum. Çözüm ise tamamen yetkili makamlara bağlı. Sürecin en başında haber akışı bu kadar fazla olmadığı için çıkan uydurma ölüm haberleri, günlük yayınlanan raporlarla ortadan kalktı bile. Kelle paçadan bahseden de kalmadı. Aynı dedikodu kavramı gibi, infodeminin de panzehiri zamanında ve doğru haberlerin resmi kaynaklardan paylaşılması.


14 Nisan 2020 Salı

Sosyal Mesafesizlik ve Türkiye


Bu günlerde en fazla duyduğumuz kavram muhtemelen “sosyal mesafe” kavramı. Sürekli duyduğumuz, sürekli gündeme gelen ama bir türkü başaramadığımız “sosyal mesafe” ya da benim tabirimle “sosyal mesafesizlik”. Google’da yapılan aramalarda 15 Mart itibariyle artış da son derece belirgin değil mi?



Sosyal mesafe kavramı askında benim üzerinde çalışmalar ve yayınlar yaptığım sözsüz iletişim kavramları arasında. Proksemiks denilen, sözsüz iletişimin “yakınlık kavramları” içerisinde yer alıyor. Sözsüz iletişimde neredeyse her şeyin bir mesajı vardır, tabii ki bunları okuyabilenler için. O nedenle mesafelerin de bir anlamı elbette vardır. Sosyal mesafe 1.5-2 metreden başlayıp 3.5 metreye kadar uzanan etrafımızda oluşturmak istediğimiz bir alandır. Bu alan gün boyu diğer insanlarla yaptığımız etkileşimlerde korumak istediğimiz görünmez bir balon gibidir. Eve gelen tamirci, konuştuğumuz eczacı, iş için gelen birisi, yolda rastladığımız tanıdık hep bu mesafenin içinde kalmalıdır. Peki, bu mümkün mü? Elbette çok zor.



Önce hayvanlar dünyasına bakalım. Hayvan biyoloğu Heini Hediger hayvanları temaslı ve temassız hayvanlar olarak ikiye ayırır. Temaslı hayvanlar birbirlerine yakın yaşamaktan hoşlanırlar. Yarasalar, denizayıları, hipopotamlar, domuzlar, muhabbet kuşları ve kirpiler gibi. Temassız hayvanlar ise birbirlerine uzak yaşamayı tercih ederler, atlar, köpekler, kediler, misk fareleri, şahinler ve martılar gibi. Temaslı hayvanlar iç içe yaşamayı tercih ederler ve kalabalıktan rahatsız olmazlar. Oysa temassız hayvanlar kişisel alanlarının azaldığını hissettiklerinde strese girerler ve sayı çok artarsa doğal ölümler gerçekleşir.
Hayvanlar bile böyleyken, insanların bu konuda farklılaşmamaları mümkün değildir. Bazı kültürler birbirlerine hayli mesafelidir. Ülke bakımından da, aynı ülkenin içerisindeki farklı kültürler bakımından da fark eder. Örneğin Balkan muhacirleri birbirlerine hayli mesafeli yaşarlar. Bahçe duvarlarından bile anlaşılır bir durumdur bu. Karadenizliler keza mesafeli yaşamları tercih ederler. Gidin Karadeniz köylerindeki mahalle kavramını inceleyin hemen anlaşılır. Oysa Anadolu kültürü mesafe tanımaz. Doğu kültürü de böyledir. Yakın mesafeden etkileşime gireriz biz. Birbirimize temas etmeyi severiz. Erkekler bile karşılaştığında birbirlerini öpmeseler de kafa tokuştururlar. Almanya’da tuhaf kaçsa da, Türkiye’de iki erkek kol kola muhabbet ederek yürüyebilir. Mutlaka sarılırız. Avrupa’nın pek çok ülkesinde banka sırasında önünde bekleyen ya da işlem yapanla aranda en az iki metre bırakmazsan rahatsız edersin onu ve muhtemelen tepki görürsün. Oysa biz adamın ne işlem yaptığını izler, hatalı yere basarsa hemen müdahale ederiz. Marketlerde dip dibe bekleriz. Sıradan bir Amerikalı eğer kazara sizin önünüzden geçmişse çok mahcup olur, muhtemelen özür diler. Oysa biz kafamıza göre atlar önünden geçer, bir de gözümüz keserse pişmiş bir şekilde sırıtırız.
Tüm bunları bir araya getirdiğinizde zaten neden bizde bu sosyal mesafe kavramının bu hastalığa rağmen oturmadığını ve o mesafeyi bir türlü sağlayamadığımızı da anlayabiliyoruz. Sosyal mesafe kavramı bizim genetiğimize henüz işlememiş bir kavram. Sürekli sağ bileğinizde taşıdığınız saatinizi bile sol bileğinize taksanız, beyin 21 gün boyunca direniyor bununla. Basit bir saat. Biz nesiller boyunca anlaşılamamış bir sosyal mesafe kavramından bahsediyoruz ki, bu kavramın oturması böyle birkaç kamu spotu, hatırlatmalar ya da dronlardan anons etmelerle hallolacak gibi görünmüyor. Sonuç bir anda unutulan mesafeler, açlık korkusu ile iç içe geçmiş insanlar ve “sosyal mesafesizlik” olarak ortaya çıkıyor.

25 Mart 2020 Çarşamba

Generalim Tankınız Ne Güçlü


Tankınız ne güçlü, generalim,
siler süpürür bir ormanı,
yüz insanı ezer geçer.
Ama bir kusurcuğu var:
İster bir sürücü.

Bombardıman uçağınız ne güçlü, generalim,
fırtınadan tez gider, filden zorlu.
Ama bir kusurcuğu var:
Usta ister yapacak.

İnsan dediğin nice işler görür, generalim,
bilir uçmasını, öldürmesini insan dediğin.
Ama bir kusurcuğu var:
Bilir düşünmesini de.


Bertolt Brecht
Çeviren: A. Kadir - A. Bezirci


Alman şair Brecht'in ne güzel şiiridir. Ne kadar güzel anlatır aslında kocaman sandığımız şeylerin aslında ne kadar küçük olduğunu bizlere.

Süper Güç ABD, dünyanın en güçlü ordusu. Dev uçak gemileri, sesten hızlı jetleri, hayalet uçakları, yenilmez sandıkları komandoları. Bunların hangisi bir dolu nefesin yerini alabilir. New York Belediye Başkanı solunum cihazı diye bağırıyor. Sayının azlığından yakınıyor. Uçak gemisi bir nefes verse?

Süper güçler ve süper hava savunma sistemleri. S-400'ler, 400 km öteden uçağı fark edip vuran sistemler. Ellerimize bulaşan virüsleri de yakalasalar keşke. Oysa o kadar küçük ve savunmasız görünüyorlar ki bir F-35 uçağına bakınca.

Suriye'den ne haber? Teröristler bile saklanıverdiler? Nerede o toprak hırsları? Nereye saklanacaklar şimdi?

Paris'te Fransa'nın milli günü için düzenlenen hava gösterilerinin bir provasını izledim. Uçaklar bitmek bilmedi. Ne kadar heybetli idiler. Gururla süzüldüler. Herkes hayranlıkla bakıyordu. Şimdi o güzelim Paris'ten ne acınası görüntüler geliyor. Markette bir kavanoz çikolata için birbirine giren kadın ve erkekleri görmediniz mi? Bezden yapılma bir maske için el açmış doktorlar. İngiltere'de kaderine terk edilmiş ihtiyarlar. Hani güneş hiç batmıyordu bu imparatorluğun üzerinden? 

Güzelliğine güvenme bir sivilce yeter, zenginliğine güvenme bir kıvılcım yeter. Ne güzel bir atasözü. Her şeyimiz ne kadar pamuk ipliğine bağlıymış. Bize sıradan gelen pek çok şey aslında ne kadar kıymetli lükslermiş. Ne kadar çok özlüyor insan. Kızılay Meydanı'nın o insanın üstüne üstüne gelen kalabalığı olmayınca aslında Kızılay da olmuyormuş.

Ben öğrenci olarak Ankara'ya ilk geldiğimde en yüksek bina Kızılay merkezindeki hala bomboş duran heyula idi. Şimdi her yer gökdelen oldu ama içinde çalışanları yok. Oysa bahçeli evler ne kadar kıymetli, en azından bir parça hava alabilmek için. 

Dev uçakların uçamadığı, gemilerin yüzemediği şu dünyada devletler için yine en kıymetli yatırım alanlarının tarım, eğitim ve sağlık olduğu bir kez daha ortaya çıkmadı mı? Küçücük Küba'nın havalı 60 tane doktoru İtalya'ya ulaştığında.

İçinde bulunduğumuz ve ne kadar süreceğini bilemediğimiz bu sıkıntılı Korona günlerinde umarım bunları bir kez daha düşünürüz. Bence hala geç kalmamışken.