StatCounter

31 Ekim 2012 Çarşamba

Taken-2 Filmi ve Koparttığı Gürültü


İstanbul’da çekilen ve Liam Neeson’un başrolünü oynadığı “Taken“adlı filmin ikincisi, sosyal medyada ve ardından İnternet Medyası’nda oldukça ilgi çekti ve gürültü koparttı. Tartışmaların odağında, filmin Türkiye’yi kötü tanıttığı, İstanbul’un kenar mahallelerini çektiği, polis arabalarının Murat-131 olduğu, Türkiye’nin imajını uluslararası mecrada olumsuz etkilediği konusunda tartışmalar vardı. Buna karşılık filmin yapımcıları da doğal olarak, filmin bir Türkiye tanıtımı olmadığını belirtiyorlar ve kendilerini bu şekilde savunuyorlardı. Serinin birinci filmini izledim ve bu konudaki görüşlerimi www.izgoren.com ‘daki sayfamda yazdım, yakında yayınlanacak “Sinemada Klişeler ve Milli Kompkekslerimiz” adı ile. Fakat film öyle çok merakımı çekti ki, ikincisini  de buldum ve sinema çekimi de olsa izledim. Film hakkındaki izlenimlerimi de buradan paylaşmak istedim.
 
 

 

Filmin birincisinde, emekli bir FBI ajanı olan Liam Neeson’un Fransa’ya tatile giden kızı, Arnavut mafyası tarafından kaçırılır. Bunun üzerine baba kızını kurtarmak üzere Paris’e gider ve mesleki yeteneklerini de kullanarak, mafyanın da neredeyse tamamını öldürerek kızını kurtarır.

 

İkincisi, birincinin devamı niteliğinde. Arnavut mafyasının “Godfather”i, evlatlarının ölümüne çok öfkelenir ve mezarları başında intikam yemini eder. Tesadüfen bir iş için İstanbul’a gelen Liam Neeson ile birlikte kızı ve eski eşini de beraberinde getirir. Daha doğrusu onlar Liam’a bir süpriz yaparlar. Burada Arnavutlar tarafından kaçırılırlar ve eski bir handa alıkonurlar. Liam (Bryan), mafyaya yakalanmamayı başaran kızını yönlendirir ve bir şekilde kurtulmayı başarırlar. Tabii bütün mafyayı istemeden öldürmek zorunda kalır.

 

Öncelikle, film birincisine kıyasla daha vasat. Ben açıkçası birincisindeki kadar heyecanlanmadım ya da ilgimi çekmedi. Öte yandan, ilk filmde bana göre Paris çok daha kötü gösterilmişti. İstanbul sahnelerinin o kadar kötü çekildiğini düşünmüyorum.
 
 

 

İstanbul sahnesi doğal olarak Sultan Ahmet Camisinin silüeti ile başlıyor. Bu yabancı menşeli filmlerde bir klişe. Paris çekilirken nasıl ki Eiffel Kulesi gösteriliyor ve seyirciye filmin Paris’te geçtiğini gösteriyorsa, İstanbul’un da klişe görüntüsü bu cami ve Boğaz manzarası. İlk sahnelerden birinde otelin penceresinden bakıyorlar ve muhteşem bir Boğaz manzarası görünüyor. Hepsi hayran oluyor.

 

Türkiye sınır kapısı sahnesi var ki, bu bir fecaat. Arnavutluk tarafından gelen kapı olduğu için sanırım (belki de sınır komşusu olduğumuzu sanıyorlar ya da Bulgaristan sınır kapısı olarak kabul etmişler) ormanın içinde küçücük bir kulübe ve dandik bir bariyer olarak göstermişler. Adamlar arabadan bile inmeden pasaport gösterip geçiyorlar. Burası biraz manasız olmuş.

 

Liam, kızı ile Boğaz’da bir tekne turu yapıyor ve orada kızına buranın Asya ile Avrupa’yı ayırdığını anlatıyor. İstanbul hakkında son derece olumlu şeyler anlatıyor. Bu esnada son derece hoş bir havai fişek gösterisi başlıyor ve güzel manzaralar sahneye geliyor.

 

Filmin geneli Mahmutpaşa, Kapalıçarşı, Aksaray, eski işhanları civarında geçiyor. Mantıklı alanlar da bunlar zaten. Mafyanın aileyi kaçırıp Nişantaşı’na getirmesi saçma olurdu zaten. Fakat filmde enteresan bir konu var: Film baştan sona Türk Bayrağı gösteriyor. Hatta belli bir bölümünde Neeson, yerini kızına tarif etmek için şehir  içerisinde gönderlere çekilmiş bayrakları gösteriyor. Bu bizim, Türk filmlerinde bile çok alışkın olmadığımız bir durum. Türkiye’nin tanıtımını daha nasıl yapsın adam, öyle bir görevi olmasa da. Kaldı ki, açıkçası “Laleli’de Bir Azize”, “Gemide”, “Barda” gibi filmler, çok da sevimli İstanbul manzaraları sunmuyorlar.  Onları dikkate almadan, bu filme çok gereksiz yüklenmemek gerek bence.

 

Filmin bir çok yerinde nargile içen adamlar ve nargile dükkanları var. Birkaç yerde de çarşaflı kadın görüntüleri var. Genel İstanbul silüetine bakarak, bu görüntülerin oranı çok fazla değil.

 

Liam ve eski karısının kaçırıldığı sahnede başlarına çuval geçiriliyor. Bizim askerlerimizin başına çuval geçirilmesi ile ilgili bir metafor var mı diye düşünmedim değil.

 

Arnavut mafya babasını İtalyan örneklerine benzetme çabası hissettim: “You slaughtered sons, fathers, husbands” cümlesi boğuk bir sesle bu havayı veriyor. Bu arada hep eski balina kasa mercedeslerle dolaşıyorlar.

 

Kızına kendi yerini tespit ettirme yöntemi ilginç: Kız babasının el bombalarını alıyor ve babasının at dediği yerde atıyor. Babası o bombaları nasıl geçirmiş havaalanından, neden geçirmiş, tartışılır. Birini hatta otel odasının camından, yan binanın çatısına atıyor. Bir araç patlıyor o esnada. Liam da patlama sesinin kendisine ulaşma zamanını sesin hızını hesaplayarak kullanıyor. Elde ettiği değerleri kızına bildiriyor ve kabaca harita üzerinde yerini tespit ettiriyor. Dışarıda da iki üç bomba atıyor kız. Kapalıçarşı’nın çatılarında koşuşturma devam ediyor.

 

En çok tepki alan sahne, Murat-131 model polis arabaları. Bunları seçmelerinin sebebi bir defa ucuz olması, ikincisi de sanırım sanat yönetmeninin bu araçların Türkiye klişesi olarak mantıklı olduğunu düşünmesi. Ama bu araçlar bildiğim kadarıyla hiç polis aracı olmadı. Onların yerine ikinci el Hyundai araçlar seçselerdi, hem bu kadar sırıtmayacaktı, hem de yine ucuz olacaktı. Sonuçta bu bir Hollywood filmi ve paranın bu denli ön planda olması bana da saçma geldi. Bunun tanıtım anlamında olumlu ya da olumsuz bir şey ifade edeceğini düşünmüyorum ama son derece sakil bir görüntü olmuş.

 

Amerikan elçiliğine son sürat dalıyorlar, yani çaldıkları taksi ile gerçekten dalıyorlar ve askerler de şehir içinde olmasına rağmen uçaksavarla onlara ateş ediyorlar. Daha ne kadar uçabiliriz ki? Gözünü seveyim Cüneyt Baba. Üstelik peşlerindeki araçları ekarte ettikleri ve daha fazla kovalanmadıkları halde.

 

Son bir klişe kaygısı ile yapılan Türk hamamında kavga sahnesinin ardından film mutlu sonla bitiyor.

 

Ben beğenmedim, sıkıldım ve çok saçma geldi. İlk filmin üzerine biraz zorlama bir hikaye ve zayıf oyunculuklar filmin sonunu getirmiş. İyi bir film olmaktan çok uzak. Diğer yandan film, Türkiye’yi hiçbir şekilde kötülemiyor, aksine bir çok anlamda övdüğü ve böyle bir görevi olmamasına rağmen olumlu yönde tanıttığı söylenebilir. Demek ki buradan ne mesaj çıkarıyoruz? Sosyal medyanın gazına gelme, üşenme, otur adam gibi filmini izle.

 

İyi seyirler.

 

 

30 Ekim 2012 Salı

Kolları Kavuşturma



Bugün bir yöneticim ile sabah sohbeti yaptık. Konuşmamızın başından itibaren kollarını kavuşturdu ve yaklaşık 15 dakika boyunca pozisyonunu bozmadan sohbet etti. Aslında samimi olduğum bir yöneticimdi ve neden bu pozisyonda sohbeti sürdürdüğünü anlamakta güçlük çektim. Daha sonra, konuşmanın bir bölümünde, kendisi için hazırladığım bir rapordan bahsettim. Konu son derece ilgisini çekti. Öne doğru masasında eğildi ve kollarını masanın üzerine bıraktı. Bir anda oda genişledi, sohbet rahatladı ve akışı hızlandı. Bu sayede daha farklı konulara girme şansı elde ettik.

Kollar, çevrenizle iletişim kanalınız da olabilir, ya da ördüğünüz duvar da olabilir. Herkesin bildiği bir konu gibi görünür ancak uygulamada hatalı kol kullanımları çok fazladır. Dikkat etmenin gerekliliğine bir not düşmek açısından yazdım.

20 Ekim 2012 Cumartesi

BUMERANG CİNAYETİ ve AYŞE PAŞALI


Her cinayet bir iz bırakır düşünen insanın beyninde. Habil ile Kabil’in kötü mirası bir kez daha kendini tekrarlamıştır. Yine bir insan evladı, kendi cinsinin kanına girmiştir. Meslek itibarıyla birçok cinayet gördüm, tanık oldum. Her cinayetin ardından, bunu işleyenin sebebini hep merak etmişimdir. Kimi zaman bunu öğrenebildim, kimi zaman bir muamma olarak kaldı. Fakat bu kez bir değişiklik yapmak istiyorum. Kocası tarafından katledilen ve katledilen kadınların simgesi haline gelen Ayşe Paşalı’nın basında sıkça yer alan ve ölümünden kısa süre önce çekilmiş fotoğrafları üzerinden cinayetin izlerini takip etmek, katil kocanın beyin kıvrımlarına dokunmak ve bu meyanda Sözsüz İletişimde yönelme ve uzaklaşma konularını izah etmek istiyorum.
 

 
Yukarıdaki fotoğrafı çok iyi incelemenizi ve insan ilişkileri açısından yorumlamanızı istiyorum. Aslında fotoğraf son derece açık ve net. Bu fotoğraf bildiğim kadarıyla, AyşePaşalı’nın öldürülmesinden kısa bir süre önce, kocasından yediği bir başka şiddetli dayağın ardından karakolda ya da mahkeme salonunda çekildi. Katil İstikbal Yetkin’i inceleyin. Yönü nasıl, nereye yönelmiş. Başı ne durumda? Dik mi, yatık mı? Öne doğru mu eğilmiş, geriye mi kalkmış? Ağzını inceleyin. Açık mı, yoksa öfkeyle sıkılmış mı? Kolu nerede, hangi istikameti gösteriyor? Ne kadar mesafede? Duruşu size ne anlatıyor? Eğer fotoğrafın altına konuşma balonu koymanız gerekse katilin ağzından ne yazardınız?
Şimdi de Ayşe Paşalı’nın duruşunu ve yüz ifadesini inceleyin. Nereye yönelmiş yani göğsü hangi istikameti gösteriyor? Eski kocasını mı, yoksa farklı bir istikameti mi? Baş istikameti ve gözlerinin baktığı istikamet vücudunun yönelmesi ile uyumlu mu?
Baş ve vücudu eski kocasına doğru mu yoksa geriye doğru mu eğimli? Kaşlarına ve gözlerine bakın, ifadesi nasıl? Öfkeli mi, sakin mi, boş vermiş mi, ilgisiz mi? Kaşları havada mı, yoksa aşağıda mı? Göz kapakları yukarıda mı, yoksa aşağıda mı? Dudaklarını inceleyin, kısık mı, bastırmış mı, kenarları nereyi gösteriyor? Şimdi fotoğrafın genelini inceleyin, size ne anlatıyor, fotoğrafın iletişim ya da ikili ilişkiler bağlamında bir haber ya da fotoğraf altı yazacak olsaydınız neler yazardınız?
Aslında prensip olarak bir ya da iki kare fotoğraftan hareketle sözsüz iletişim mesajlarını okumaçabasına karşıyım. Sözsüz işaretler bir bütün halinde incelenmeli ve kişilerin hareketlerinin normali tespit edilmeli ve bunun üzerinden yorum yapılmalıdır. Zaman zaman televizyon programlarına davet edilen iletişim ya da “Beden Dili” uzmanlarına rastlıyorum. Adamlara bir dizi fotoğraf gösteriyorlar ve bunu yorumlamalarını istiyorlar. Ben buna “Beden Dili Büyücülüğü” adını koydum. Aslında yaptıkları şeyin anlamsızlığının kendileri de farkında. Varılan yargıların bilimsel olmadığı da aşikâr. Ancak artık televizyona çıkmış bulundukları için bir şekilde uzmanlar(!) da buna uymak zorunda kalıyorlar. Sonuç manasız sayıklamalar olarak ortaya çıkıyor.
Fakat bu fotoğraftaki durum farklı. Ayşe PAŞALI olayını çok yakından izledik. Göz göre göre ölüme gidişine bir anlamda çaresizce baktık. Mevzuatın ne kadar yetersiz kaldığını gördük[1]. Akabinde kadın örgütlerinin sahip çıkışını ve bu olayı simgeleştirmelerine, çocuklarının isyanına ve mahkeme sürecine tanıklık ettik. Yani fotoğrafın ve kişilerin yabancısı değiliz. Bu nedenle fotoğrafları üzerinden yorum yapmakta bir sakınca görmüyorum ya da en azından çok hatalı sonuçlar çıkacağını düşünmüyorum.
Beynin Donma-Kaçma Yaklaşımı
“Bilinçli olsun olmasın, beynin tüm davranışlarımızı kontrol ettiğini anlamamız kritik önem ifade etmektedir. Bu öncül nokta, sözel olmayan iletişimi anlamak açısından temel unsur olarak görülebilir” (Navarro, Karlins, 2008).  Bu esastan hareketle, sözsüz iletişimi kavramak için öncelikle beynin yapısını bizi ilgilendiren esaslar dâhilinde incelemek gerekir. Bizim iletişim işareti olarak algıladığımız her şey, beyin tarafından üretilmektedir.
İnsan beyni üç bölümden oluşmaktadır: Beyin sapı (Sürüngen Beyni), Limbik sistem (Memeli beyni ) ve Neokorteks (İnsan beyni) (Navarro, Karlins, 2008, Joseph, 1998). Bu bölümler arasında Limbik beyin açlık ve susuzluğu gözleyerek giderilmesini sağlar ve zevk, öfke, korku ve mutluluk gibi duyguların yaşanması ve ifadesinden, sosyal-duygusal iletişim isteğinden sorumludur (Joseph, 1998).
Amigdala, limbik sistemin bu büyük çekirdeğinin önemli bir rolü vardır. Duygular bilinçaltında anılar ve limbik sistemin çalışması ile şekillenir. Amigdala, bilinçsiz
duygusal durumlar ve tecrübeler üreterek geliştirir. Esas işi çevreden gelen korkutucu ya da psikolojik olarak zarar verici verileri tanımlayarak size “kaç ya da savaş” mesajını vermektir (Hortsman, 2009). Bu sistem kalbinizi, damarlarınızı ve tükürük bezlerinizi harekete geçirir ve bu sizin kontrolünüz altında değildir. Acil bir durumda, vücut sizin bu durumla baş edebilmek için, kısa bir süre içerisinde kaslarınıza ve dikkatinizin her bir damlasına ihtiyaç duyacağınızı hesap eder, buna uygun ani tedbirleri alır (Herbert, 2007). Bu tepiler bizim milyonlarca yıllık evrimimizden getirdiğimiz özelliklerdir. İlk insanların hayatta kalması, limbik sistemin geliştirdiği stratejiler sayesinde mümkün olmuştur. Bu strateji ölümcül bir durumda vücudun donma tepkisini devreye sokmasıdır. Hayvanların birçoğunun harekete tepki verdiği dikkate alındığında bu tepki hiç de anlamsız değildir (Navarro,Karlins, 2008). Eğer donmak yeterli değil ise aynı sistem kaçma ya da savaşma mesajını vermektedir.
Ancak günümüzün modern dünyasında kaçmak için her zaman ölümcül bir tehdidin olması gerekmez. Nereye kaçacaksınız? Daracık evlerde yaşıyoruz. Benim çalıştığım odada on kişiden fazla sayıda iş arkadaşıyla çalışıyoruz. Otobüste bu akşam dip dibe yolculuk yaptık. Nereye kaçabiliriz. Ofiste sevmediğim bir adam olsa ve yasal zorunluluklar benim kavga etmemi engellese ne yapabilirim? Donma hareketi de saçma olabilir. Üstelik ne mesaj vereceğim böyle? Ne yapıyor bu adam demezler mi saksı gibi dururken?
Modern dünyanın insanları eğer bir şeyden kaçamıyorlarsa durdukları yönü değiştirirler. Bu aslında bebeklerin istemedikleri zaman memeden yüz çevirmeleriyle başlar. Kaşıktan yüz çevirme ile devam eder. Konuşmasını bilmeyen bir çocuk daha nasıl anlatabilir ki kendini? Hareket kalıcı bir hal alır. Böylece başı iki yana sallamak da, geriye atmak da hayır anlamlarına gelir. İnsan ilgisiz olduğu ya da istemediği şeye ya da kişiye ardını döner, onu da beceremezse yüz çevirir.
Ayşe Paşalı’nın o bilindik fotoğrafına bir kez daha bakalım. Ne görüyoruz? Ben iki olgu görüyorum. Artık tamamen ilgisini kaybetmiş, adamdan ebediyen kopmuş, adamla bir ilgisi kalmamış belki artık nefret bile etmeyen bir kadın. Bir de bu kopmayı hiçbir şekilde hazmedemeyen, o ilgiyi (nefret de olsa) yeniden kazanmak isteyen, bu isteğini kadına eğilmiş gözleriyle birlikte yalvararak gösteren bir adam. Adam diyoruz, kalıp, saç rengi, yaşlanmışlık böyle gösteriyor ama aslında gördüğümüz küçük bir çocuk. Birçoğumuz gibi. Annesi tarafından alabildiğine şımartılmış, yaptığı her hatadan sonra kucaklanmaya ve bağışlanmaya, asla terk edilmemeye alışmış küçük bir oğlan çocuğu. Bunca yıllık kolluk tecrübesine ve iletişim alt yapısına dayanarak şunu söylemeye kendimde hak görüyorum: Bu kadınlar geri dönmemek üzere terk edildikleri an katlediliyorlar. Bir düşünün. Fedakâr kadın aile korkusu, çocuklarını düşünmesi ve belki içinde kalan bir parça sevgi kırıntısı ile eve dönmeye her seferinde ikna oluyor. Yaramaz koca her seferinde affediliyor. Çocuksu ruhu tatmin ediliyor. Sonra tekrardan fiziksel ve ruhsal şiddet başlıyor. Ama öyle bir an geliyor ki kadın ipleri tamamen kopartıyor. Erkek küser, geri döner, defalarca hem de. Ama kadın bir kez tamamen koparttığında onun artık geri dönüşü yoktur. Biz erkekler bunu çok iyi biliriz. Adam ne zaman ki bunu anlıyor, işte o zaman içindeki hayvan uyanıyor, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu kadını öldürüyor. Bu bence böyle. Yoksa hayatı boyunca cinayet işlememiş, belki sabıkası dahi olmayan insanların cinayet işlemesini nasıl açıklayabiliriz ki? Fotoğraftaki Ayşe Paşalı artık kocasını tamamen silmiş bir kadındır, hem de bir daha geri dönmemek üzere.
 
Fotoğraftaki adam da bunu çok net bir şekilde anlamanın ıstırabını ya da çaresizliğini yaşayan adamdır. Haddimi aşarak bunu bir kademe daha ileri götürmem gerekirse, bu adamların hepsi de o kadınları hastalıklı bir şekilde sevdikleri ya da alıştıkları için öldürmektedirler. Bir de ikinci fotoğrafa bakın. Adamın kolu nerede duruyor? Sahiplenmeyi görebiliyor musunuz? Ağlayan, acı çeken kadının yanındaki duruşu bir kez görün. Kadını nasıl koltuk altı hizasında tuttuğuna bir bakın. Sanki o morlukların müsebbibi kendisi değilmiş de kadını koruyormuş gibi değil mi? Hastalıklı ruhu şimdi daha iyi görebiliyor musunuz?
 Benim babam küçük bir çocukken annesine kızdığında kendisini sırt üstü yere atarmış. Kafasının arkası hep yaralıymış o yüzden çocukluğu boyunca. Özünde hala da o çocuk ruhunu (!) kaybetmiş değil. Ben bu davranışı kadınlarını öldüren düşünceden farklı görmüyorum. Erkek çocukluğunun yıkıcı tezahürleri. Ben uzun zamandır, bu fotoğrafı her gördüğümde bu yazıyı yazmak istedim. Bunu aslında erkek annelerine bir mesaj olması için yazmak istedim. Uzun lafın kısası, annenin bilinçsiz iyi niyetinin bir bumerang gibi yine bir kadına geri dönmesinin kısa hikâyesi.
KAYNAKLAR:
Herbert, J. (2007). Minder Brain : How Your Brain Keeps You Alive, Protects You From Danger and Ensures That You Reproduce. USA. World Scientific.
Hortsman, J. (2009). Scientific American Day in the Life of Your Brain : A 24 hour Journal of What's Happening in Your Brain As You Sleep, Dream, Wake Up, Eat, Work, Play, Fight, Love, Worry, Compete, Hope, Make Important Decisions, Age and Change. USA. Jossey-Bass.
Joseph, R. (1998). Environmental Influences on Neural Plasticity, the Limbic System, EmotionalDevelopment and Attachment: A Review. Child Psychiatry and Human Development, Sayı: 29(3), İlkbahar, 1999.
Navarro J., Dr.Karlins, M. (2008). Beden Dili, Eski FBI Ajanından İnsanların Bedenini Okuma Rehberi. İstanbul. Alfa Yayınları.



[1] Mevzuatın yetersizliği konusu da aslında ciddi anlamda tartışılan bir konu. Kadın cinayetlerini önlemek amacıyla değiştirilen mevzuatlara ve verilen yetkilere rağmen pek bir şeyin değiştiği söylenemez. 23 Nisan 2012’de kocası tarafından katledilen Ayşe İnce’nin ölümünün ardından bu konu da epeyce tartışıldı.