StatCounter

27 Eylül 2012 Perşembe

YALAN SÖYLEME KABİLİYETİ VE HAFIZA: CİNSİYETLER ARASI KARŞILAŞTIRMA

LIE ABILITY WITH RESPECT OF MEMORY POWER: COMPARISON BETWEEN GENDER


 

            Emrah AKÇAY[1]

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi, Temmuz 2012, Cilt 7, Sayı 3,     
Sayfa 234-244
 
Makalenin tamamını okumak için:

“Düzenbazlık ve ihanet, dürüst olacak kadar zekâsı olmayan ahmakların işidir.”

                                                                                                                                                                                             Benjamin Franklin

               ÖZET

Yalan konusu ile ilgili literatürde daha çok psikolojik araştırmaların öne çıktığı ve bu konuda yapılan çalışmaların oldukça büyük bir bölümünün yalanı fark edebilme ya da tespit edebilme (lie detection) üzerine yoğunlaştığı görülmektedir (Üretmen 2008:2). Yalan tespiti ile öncelikli olarak yasaları uygulayanlar ile psikologlar ilgilenmektedir. Dünya’da, psikoloji, sosyal psikoloji ve iletişim alanlarında yalan hareketlerinin tespiti üzerinde on yıllardır sayısız çalışma yapıldığı halde, Türkiye’de bu çalışmaların sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. Bu nedenle, alanla ilgili sağlıklı tespitler yapabilmek için öncelikle “yalan” ve “yalancı” kavramlarının fonksiyonel bir şekilde tanımlanması gerekmektedir. Bu makale, bu tanımları bu şekilde ortaya koyarak ileride bu konuda araştırma yapacak olan kişilere çok yönlü bir kılavuz olması ve yalan söyleme becerilerinden “yalanı hatırlama” becerisinin cinsiyet bakımından anlamlı bir farkının olup olmadığının tespiti amacıyla yazılmıştır.  Bu amaçla, 31 kadın ve 30 erkek katılımcı üzerinde yalan söyleme ve söylediği yalanı tersine kronolojik sıra ile anlatma üzerine bir test uygulanmıştır. Araştırma sonucunda yalan söyleyen kadınlar; hafıza ve bilişsel yük bakımından erkek katılımcılardan daha başarılı oldukları ortaya çıkmıştır.

ABSTRACT

In literature over lie, it’s seen that psychological researchs are pioneering and most of the researchs conducted on this issue are about lie detection(Üretmen 2008:2). Law enforcement authorities and psychologists are initially interested in lie detection. Although indefinite studies have been conducted on lie detection through psychology, social psychology and communication sciences in the world, the studies on this issue conducten in Turkey, it can be counted on the fingers of one hand. Therefore, in order to make useful determinations, “lie” and “liar” notions must be definited usefully. This article has been written to be a versatile guide for the researchers that would conduct studies on this subject by presenting complete definitions and to determine if there is a significant difference in “remembering  the lie” ability which is one of the aspects of lying,  considering the gender difference. For this reason, a test is of lying and telling the same lie in a backward chronologic row applied to the groups of 31 women and 30 men. According to results; considering the memory and the cognitive load, a significant difference has emerged between women and men in favour of women.



[1] Anadolu Üniversitesi, İletişim Tasarımı ve Yönetimi Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, emrahakcay59@gmail.com

18 Eylül 2012 Salı

Hayat Ne Kadar Ucuz


Bugün, Afganistan/Kabil'de, sabah uyanıp işlerine gitmekte olan dokuz yabancı işçi ve bir Afgan şoför hayatını kaybetti. O karambolde ölenlerle birlikte sayı 14'ü aşıyor. Çünkü sabahın köründe, 06:45'te, bir canlı  (ama ruhsuz) bomba, aracı ile onları taşıyan minibüse çarparak kendisi ile birlikte öldürdü. Üstelik tahminler doğru ise, bu işi yapan canlı ve ruhsuz bomba, araçları karıştırdı ve Afgan Güvenlik Kuvvetlerine ait bir minibüs sandığı için çarptı. Karıştırmasaydı, belki de bugün kimse ölmeyecekti. Karıştırmasaydı, belki de o işçiler, hala ekmek paralarını kazanıyor olacaklardı. Kahvaltı edecekler, sıcaktan dert yanacaklardı.

Hayat ne ucuz, ne saçma. Herkesin hayatı, cahil bir canlı ve ruhsuz bombanın algılamasına bağlı. Hem de sadece Kabil'de değil, dünyanın her yerinde. Eskiden dünya savaşları vardı, salgın hastalıklar vardı, insanın ortalama ömrü kısaydı. Sonra savaşmaktan vazgeçtik, kısmen de olsa. Tıp bilmini geliştirdik. Artık insanlar daha uzun yaşıyorlar. Fakat bu kez de terörü ve kanseri başımıza musallat ettik. Hem de doğrudan kendi ellerimizle. Şimdi bu çelişki değilse nedir?

Saldırının, o malum gerizekalı ötesi film yüzünden olduğu söyleniyor. Acaba "Bir insanı öldürmekle, insanlığı öldürmek aynıdır" prensibine sahip bir dine sığınarak, bu cinayet nasıl işlenebildi? Ya artık parçalanmış bir cesede sahip olan terörist, diğer tarafta peygamber ile karşılaştığında ne diyecek? Alnından öpülmeyi bekliyor mu?

Sonuçta bu dünyadan günahsız kişiler, zamansız ayrıldılar bugün. Tıpkı güzel ülkemdekiler gibi. Zamansız. Her ölüm erken ölüm diye saçmalamasın kimse. 20 yaşındaki çocuklardan bahsediyorum.

Ölümü nasıl da normalleştiriveriyoruz. "Canlı bomba" diyerek, onu sadece bir meta haline getiriyoruz. Sanki yaşamayan biri gibi, sanki bir robottan bahseder gibi.

Şehit diyoruz. Geçiveriyoruz. O şehidin de, çaresiz bir bebek olarak doğduğunu ve onun doğumuyla gülümseyen yüzleri hiç düşündünüz mü? Onun derdiyle kaç geceler boyu uykusuz kalan anayı, onun varlığı aklına gelince işyerinde duramayan, saatleri sayan ve gözleri yaşaran babayı. Onun kollarında kendini güvende hisseden kardeşi. Hayal kurar mı şehit, kurar elbette. Aşık da olur. Sever. Çocuk yapar. Çocuklarına kavuşmanın hayalini kurar. Efkârlanır, aşka gelir, iki kadeh atar, sarhoş olur. Şiir yazar. Dizinin üstüne düşerse dizi kanar. Birilerinin arkadaşı, evladı, sevgilisi, aşığı, maşuğu, birader, kankası... Bak bir şehit kelimesinden neler çıkıyor. Böyle söyleyince zorumuza gitmedi mi?

Daha bu yazıyı yazarken ve bitiremeden yeni bir haber çıktı gazetede. Bingöl. Yedi şehit, 63 yaralı. Belki ben bu yazıyı yazmaya başladığımda daha hayattaydılar. Şakalaştılar. İzinden dönüyorlardı belki. Anılarını anlattılar. Yeni sözlenmişti. Yüzüğünü gösterdi arkadaşına. Sevgilinin dudağından bir öpücük çalmayı başarmıştı. O bilgiyi kendine sakladı ama. Yüzü kızardı birden, gülümserken patladı ve ...... Ne olduğunu düşünecek zamanı bile olmadı....

Hayat ne kadar ucuz değil mi? Ne kadar hem de.. Daha fazla yazamayacağım. Bugün günahsız yere ölen tüm insanlara Allah rahmet eylesin...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Kızıma Mektup


 

Bu mektubu, bugün (17 Eylül 2012) ilkokul üçüncü sınıfa başlayan kızım için yazdım.

Tüm hevesi kursağında kalmış, yarım hayatların babaları için paylaşıyorum.

 
Zeynoşum,
 
Yarın okulun açılıyor. Annenle birlikte okula başlıyorsun. Seni ve anneni tebrik etmek ve başarılar dilemek için bu mektubu yazıyorum. Umarım çok neşeli, eğlenceli ve başarılı bir yıl geçirirsin sevgilim.
 
 
Annenin aynı okulda öğretmen olması senin için çok büyük bir şans. Biliyor musun, ben ilkokuldayken annesi okulda öğretmen olan arkadaşlarıma çok imrenirdim. O arkadaşlarım hep başarılı oldular. Mesela şimdi bir tanesi çocuk doktoru oldu. Umarım sen de hayatta hep başarılı ve şanslı olursun kızım. Şanslı diyorum, çünkü hayatta başarılı olmak başarmanın yarısı ise, şansının yaver gitmesi de onun diğer yarısıdır. Umarım iyi okullarda okur ve çok para kazanabileceğin değil ama çok keyif alabileceğin ve kendine saygını hiç yitirmeyeceğin, bu dünyadan çooook uzun bir süre sonra ayrıldığında, geriye bir şeyler bırakabileceğin bir iş yaparsın. Bir şeylerden kastım asla para, mal mülk gibi maddi şeyler değil. Mal da, para da bizim geçici olarak bekçiliğini yaptığımız ve kahrını çektiğimiz şeylerdir. Allah korusun, bir felaket olur, her şey bir anda gider. Ama örneğin Yunus Emre'nin şiirlerine hiçbir şey olmaz. İyi bir kitap yüzyıllarca okunur, "İlahi Komedya" gibi. Güzel bir eser, yüzyıllarca akılda kalır. Bunlardan bahsediyorum. Çinliler'in bir sözü var: "Öyle bir iş yap ki, ömrün boyunca çalışmak zorunda olmayasın." Bu, elbette çalışmadan yan gelip yatmak anlamına gelmiyor. Öyle bir işin olur ki her günü bambaşka bir mutlulukla geçer. O kadar çok keyif alırsın ki, hayat boyu çalışıyormuş gibi değil, eğlenceli bir iş yapıyormuşsun gibi hissedersin. Şunu unutma ki, ben ve annen, hayatın boyunca senin alacağın kararlarda yanında olacağız. Yeter ki bu karar senin özgüvenine zarar vermesin ve inandığın bir karar olsun.
 
Annenin aynı okulda olması senin için elbette bir şans ama onun için biraz şanssızlık. Çünkü herhangi bir yaramazlığı, herhangi bir çocuk yapsa kimse üzerinde durmaz ama sen yaptığında mutlaka bu annnenin kulağına gider. Özellikle söylerler zaten. Bu nedenle senden ricam, herhangi bir şey yaparken önce anneni düşün ve onu asla mahçup etme. İyi bir annenin önemini, yıllar sonra daha iyi anlayacaksın, emin ol.
 
Öğretmenin seni çok seviyor ve son derece ilgili bir kadın. Unutma ki ben şu an ne durumdaysam, hepsi öğretmenimin eseridir. İyi bir öğretmenin ne demek olduğunu da yıllar sonra anlayacaksın. Nerede bir başarı elde etsen aklına öğretmenin gelecek ve gözlerin yaşaracak. O sana çok güveniyor, sakın güvenini boşa çıkarma.
 
Okulda her gün bir şeyler öğreniyorsun. Özellikle ilkokulda öğrenilen şeyler, hayat boyu öğrenilecek olanlar için temel oluşturur. Şunu unutma, okul esas olarak öğrenmeyi öğreten bir yerdir. Yıllar boyunca belki öğrendiklerini hep unutacaksın ama eğer öğrenmeyi öğrenirsen bu sana hayat boyu yardımcı olacaktır. Hayatın kendisi zaten bir öğrenme sürecidir. Ben her sabah kalktığımda, bir önceki sabah kalktığımdan daha aydın, daha bilgili ve farklı bir insan olmak için çalışıyorum. Okuyacak milyonlarca kitap var ve bunlardan ömür boyunca okuyabilaceklerimiz sınırlı. Bu hayattan ayrılırken, neler kaçırdık diye üzüleceğiz. Ne kadar çok çabalarsak, o kadar az üzülürüz, değil mi sevgilim?
 
Okul, eğitim yeri olmaktan önce, eğlenceli bir yerdir. Bunu da unutma. Öğrenirken, hep eğlenecek bir şeyler bulmaya çalış. Hayatı keyifli hale getirmek bizim elimizde.

Hayat sana mutluluk vermez, sen tutup alacaksın hakkın olan mutluluğu.

 
Son olarak da kardeşinden bahsetmek istiyorum. O sana, Allah'ın verdiği en güzel hediyedir. Bu dediğimin ne anlama geldiğini eminim şimdi anlamıyorsun ama benim yaşlarıma geldiğinde çok çok iyi anlayacaksın. O senin hayat boyu bir arkadaşın, hatta evlatlarından önce bir evlat olacak. Umarım ikinizin de uzun bir ömrü olur ve bu kardeşliğin tadını ömür boyu çıkartırsınız. Keşke benim de bir kardeşim olabilseydi, hayatta en büyük hissettiğim eksiklik de herhalde budur.
 
 
Sen, kardeşin ve annen, benim hayatıma anlam katıyorsunuz bebeğim. Eğer olur da bir gün aranızdan ayrılırsam, sizi ne kadar çok sevdiğimi ve her nerede olursam olayım çok özlediğimi hisset olmaz mı?
 
İyi dersler, iyi eğlenceler sevgilim. Seni çok seviyorum ve kızım olduğun için çok gurur duyuyorum.
 
Baban..

Kaybolduğunu Kabul Etmek


KAYBOLDUĞUNU KABUL ETMEK

“Kaybolduğunu kabul edenin, kulesi içindedir…”

                                               Emrah AKÇAY
 
 

Bir zamanlar pilotaj eğitimindeyken elenen bir arkadaşımdan dinlemiştim. Eğitim esnasında yalnız başına uçmaya başlayan yani yalnıza kalan pilot adayları ilk başlarda GPS gibi elektronik aletler yardımıyla değil, görerek ve yön duyguları ile içgüdülerine güvenerek yönlerini bulurlar ve görevi tamamlamayı müteakip piste geri dönerlermiş. Bu göründüğünden daha zor bir eğitimmiş çünkü alçaktan uçtukları için yer daha hızlı bir şekilde altlarından kaymakta ve bazen yön tespitine yarayacak bir nirengi noktası bulmak oldukça meşakkatli bir iş olmaktaymış. Emercensi (emercency) dedikleri acil durum eğitiminin bir kısmı da bu yön bulma olayı ile ilgiliymiş. Pilot adayı uçuş esnasında, eğer yönünü kaybeder de pistin yerini bulamazsa uygulaması gereken bir sıra prosedür öğretilirmiş. Yönünü kaybettiğini anlayan ve yakıtı tükenmeye başlayan pilot adayının önce kaybolduğunu kabul etmesi lazımmış. Kuleye “kayboldum” şeklinde bir çağrı gönderdiği zaman kule kendisini radar yardımı ile yönlendirir ve salimen uçağı piste indirmesini sağlarmış. Ancak kaybolduğunu kabul etmezse bu prosedür bir süre daha başlamazmış. Uzun sözün kısası; bu arkadaşım kulenin çağrılarına rağmen kaybolduğunu hiç kabul etmemiş çünkü pilotluktan elenmekten korkmuş, ısrarla kaybolmadığını beyan etmiş. Fakat öyle bir kaybolmuş ki uçağı İzmir/Çiğli yerine uygun olmayan başka bir piste indirmiş, doğal olarak da pilotluk hayatı orada sona ermiş..

Bu örneği hayatımıza nasıl uyarlayarak bir ders çıkarabiliriz? Kaybolan pilotla nasıl bir bağlantımız olabilir? Birkaç örnek verildiğinde konu daha net bir şekilde anlaşılacaktır.

Sigara tiryakilerini ele alalım. Tiryakilerin birçoğu bağımlı olduklarını kabul etmezler, aslında istedikleri zaman sigarayı bırakabileceklerini beyan ederler. Hepsi de vaktiyle birkaç gün ya da hafta sigarayı bırakmışlardır ancak yerine ikame edecek bir şey bulamadıkları için bırakmamışlardır. Velev ki bağımlı olduklarını kabul etsinler; beyin yeni oyunlar bularak yeni mazeretler üretmekte gecikmeyecektir. Bu defa da aslında sigarayı çok sevdiklerini, sigarayı gerçekten içmek istedikleri için içtiklerini anlatacaklardır. Sigarayı bırakmayı hiç düşünmemişlerdir. Kimisi light sigara içmektedir ve fazla zararı yoktur. Kimisi zaten az içmektedir. Velhasıl herkesin beyninde hazır bir takım mazeretler mevcuttur, ama gerçekten bırakmak isteyip de bırakamayan oldukça az sayıdadır (!).

İlişkiler de böyledir. Kimi evlenemez, çünkü bekârlık tam da ona göredir. Kendisine kendisi bile tahammül edememektedir. Bir başkası nasıl tahammül edecektir. Kimisi renkli hayatını bırakmak istemez, kimisi bir erkeğin ya da kadının kahrını çekmek istemez. O tek başına yaşamak için yaratılmıştır. Özgürlük insanıdır, vs, vs. Her türlü mazereti beyninde kalıplar halinde hazırdır, sadece ileriye dönük bir ilişkinin sorumluluğunu almaya cesaret edememiş kişi sayısı yine oldukça az gibi görünmektedir.

Ya obezite? Bir defa adam şişman ve mutludur, kime ne?  Zaten bütün şişmanlar mutlu ve pozitiftir. Şişman ve mutlu olmayı, zayıf ve mutsuz olmaya tercih eder. Su içse kilo almaktadır. Hatta suyun kalorisi sıfır olmasına rağmen kilo almayı başarmaktadır. Kemikleri kalındır. Evlenen herkes zaten kilo almaktadır. Otuzu geçtin mi kilo almak kaçınılmaz olduğu gibi, geri vermek neredeyse imkânsızdır. Doğum kilolarını bir türlü verememiştir (çocuk ilkokula başlamasına rağmen!). Spor yapmaya hiç vakit olmaz. Hâlâ o mucize ilacı bulamamıştır ki birkaç günde hapı yutup kilolardan diyetsiz sporsuz kurtuluversin. Daha neler neler.

Bunu alışkanlıkların her alanına uygulayalım, her yerde beynin benzer oyunlarına rastlayabiliriz. Çünkü alt beyin alışkanlıklar ile yolunu bulmaya meyyaldir. Dünya ne kadar değişken, ne kadar tehlikeli, ne kadar anlık ise, alt beyin (limbik sistem) hayatta kalma şansını arttırmak için o kadar alışkanlıklara güvenmek zorundadır. Beyin hayatı kalıcı tutmaya çalışır, bunu için de alışkanlıklar geliştirir. Bir alışkanlığın beyinde oluşabilmesi için snaps dediğimiz beyin hücreleri arası veri akışını sağlayacak bağlantı yollarının oluşması gerekir. Snaps ne kadar ince ise alışkanlık o kadar azdır, iki günde spor yapmaktan bıktığınızı ve bırakmak için beyninizin ne mazeretler uydurduğunu düşünün. Her zaman sol bileğinize takılı olan saatinizin sağ bileğe takıldığında ne kadar eziyet verdiğini, nasıl ağır geldiğini düşünün ve bunun nasıl eski kolunuza geri dönmek için çabaladığını hayal edin. Bilim adamları bunların hepsinin sebebini zayıf ya da hiç olmayan snapslar olarak belirlemişlerdir. Bir snapsin oluşması için gerekli olan süreyi NLP (Neuro Linguistic Programming) ile uğraşanlar 21 gün olarak belirlemektedirler. Bunun anlamı, bir alışkanlığın kişide oluşması için 21 gün aynı şeyi yapması gereğidir. 21 günden sonra artık her geçen gün o snaps kalınlaşır ve alışkanlık daha kalıcı bir hal alır. Buna sigara alışkanlığını da sayın, bir kişiye olan alışkanlığı da ya da spor alışkanlığını da.

Tüm bunları neden anlattım? İşte biz bu alışkanlıkların girdabına kapılmış giderken, kendi içsel yolculuğumuzda yolumuzu bulmamız, aynen o pilot adayı örneğinde olduğu gibi olanaksızdır. Hayat hızla altımızdan kayıp giderken, bizim bir nirengi noktası yakalamamız mümkün görünmez. Oysa içimizdeki kule durmadan sinyallerini yollar:”Kayboldun mu dostum?” Beynimiz, aynen havaalanının kulesi gibi milyarlarca veriyi aynı anda işleyip sonuçlar çıkarabilir. Olağanüstü ve mucizevî bir kapasitesi vardır. Yaşadığımız medeniyeti kuran beyni düşünün. Dünyanın en güçlü silahıdır. İşte bu kule bizi hep havaalanına, yani başladığımız noktaya dönmeye çağırır. Sigaraya hiç başlamadığımız ve bir anlamda (örneğin koku alma duyusu) süpermen olduğumuz günlere. Obez olmadığımız, eğilip ayak parmaklarımıza dokunduğumuz günlere. Hareketli olduğumuz günlere. Kule bize seslendikçe ona yanıt veririz:”Hayır, kaybolmadım”. Kaybolmadım dediğimiz işte tam da yukarıda saydığım mazeretlerin metaforudur. Pilot adayı elenme korkusuyla bunu yaparken biz ise başarısız olma korkusuyla bunu yaparız. Çünkü bizim kültürümüzün içsel yolculuk macerası çok gerilerde kalmıştır. Çünkü bizde yolculuğa, gidiş yoluna puan verilmez, çekilen cefa kutsanmaz. Üniversiteyi kazanırsın ya da kazanamazsın. Sınavdan tam not alırsın ya da alamazsın. Golü atarsın ya da atamazsın. Çocukluktan gelen böylesi bir şartlanma bizi içsel yolculuğa çıkmaktan caydırır. Zorlayıcıdır çünkü o yol. Harpte ikinciye ödül yoktur. Ya başaramazsa.

İletişim kurmak dediğimizde basmakalıp “kaynak-mesaj-kanal-alıcı” formülü hep alıcı olarak ikinci bir şahsı bulmaya bizi yönlendiriyor. Oysa kendi benliğimizle yani içimizdeki uçuş kulesi ile iletişim kurabilmemiz öylesine önemli ki. Bugünden itibaren artık bahaneler bulmaktan vazgeçelim. İçimizdeki kule ile iletişime geçelim. Önce kaybolduğumuzu kabul edelim. Bırakalım içimizdeki kule işini yapsın, radarda bizi bulsun ve pisti bulmamızı sağlasın. İniş hatalı mı oldu, olsun, içsel yolculuk böyledir işte. Hata yaptıkça bizi güçlü kılar. Bir şans daha verelim kendimize, bir daha, bir daha. Yeter ki mazeretler uydurmaktan vazgeçelim ve o coşkulu yolculuğa kendimizi kaptıralım. Kaybolduğunu kabul edenin kulesi içindedir. Duruyor musunuz hala?

                                                                                                            EMRAH AKÇAY