(Bu bildiri, Eskişehir Anadolu Üniversitesinde 06-08 Kasım 2013 tarihlerinde düzenlenen CommUnity-İletişim Öğrencileri Sempozyumunda sunulmuştur)
KÜRESELLEŞEN
TOPLUM-YALNIZLAŞAN BİREYLER
Öz
Küreselleşme,
post-modern dönem ya da tüketim çağı kavramları birbirine karışmış gibi olsa
da, Türkiye için 1980 ve sonrasını kapsamaktadır. 1980 Askeri Müdahalesi ile
Amerika’ya ve özünde küresel ekonomiye tamamen teslim olan ülke, tüketim çağını
bu tarihten sonra yakalamış; ekonomik mallar bakımından bir bolluk dönemine
girmiş, fakat refah açısından aynı bollaşmayı sağlayamamıştır.
“Homo-economicus”tan, “tüketimus” insanına geçiş dönemi hayli sancılı olmuş,
kapitale ve iş imkânlarına doğru olan yoğun göç şehirlerde gettolaşmayı ve aynı
zamanda kaynaşmamışlık hali olan “kültürsüzlüğü” beraberinde getirmiştir. Pek
çok bölgede “melez kültür söyleni yalnızca bir idealden ibarettir ve gerçekte
nadiren rastlanmaktadır. Geleneksel bağlarından kurtulan birey, hangi yaşta
olursa olsun kalabalıklar içerisinde yalnızdır ve bu yalnızlığını yenmenin
geleneksel olmayan yollarını aramakta, her seferinde hayal kırıklığına uğramaktadır.
Şehirler gitgide alışveriş merkezlerine benzemekte, bu alışveriş merkezleri tüm
yaşam alanlarına örnek olurken tektipleşmeyi beraberinde getirmektedir.
Küreselleşmenin getirdiği yoğun göçler, “süper-şehirler”i büyütürken,
birbirlerine karışan kültürler melezleşmemekte, kültürsüzlüğü yaratmaktadır.
Tüketim kültürü yalnız bireye, her şeye para sayesinde kolaylıkla
ulaşabileceğini salık vermekte, o daha bir yanılgıdan uyanamadan kendisini bir
başka yanılgının içerisinde bulmaktadır. Bu yazı, bir tüketim toplumuna dönüşen
Türkiye’yi yaşam alanları boyutlarında incelemek ve küreselleşme yalanı ile
insanların yalnızlaştırılmasına eleştirel bir bakış açısı getirme amacı ile
yazılmıştır.
Anahtar Kelimeler
Küreselleşme,
post-modern, tüketici, tüketim çağı, yalnızlık, homo- economicus.
GLOBALIZING
SOCIETY-ISOLATING INDIVIDUALS
Abstract:
Although globalization, post-modern period or consumer
age concepts seem to be entangled, they correspond to 1980s and the period
after for Turkey. The country, which surrendered to the USA and global economy
by the 1980 coup, caught up with the consumer age after this time; passed
through an abundance period in terms of economic goods, but it could not
provide a similar abundance in terms of welfare. The process of passing from “homo-economicus”
to “homo-consumericus” was quite painful. The migration towards capital and job
opportunities resulted in ghettoization in cities and brought along
illiberalness which is a state of separation. In many regions, "the myth
of the hybrid culture” is just an ideal, and in reality it is scarcely seen.
The individual who gets rid of his traditional ties is lonely in the crowd no
matter what age he is and he seeks for non-traditional ways to beat this
loneliness, being disappointed every time. Cities gradually resemble to
shopping centers and these shopping malls bring along uniformity while being an
example to all spheres of life. While mass migration that is brought about by
globalization magnifies the “super-cities”, the cultures mixed each other
cannot be hybridized and this creates illiberalness. The consumer culture
recommends to the lonely individual that he can reach everything easily by the
help of money; he finds himself in another misconception, before being awakened
from one. This article is written in order to examine Turkey which has been
transformed to a consuming society in the dimensions of living quarters and
bring a new critical perspective to people’s getting isolated with the lie of
globalization.
Key Words:
Globalization, post-modern, consumer, consumer age, solitude,
homo-economicus.
Giriş
Osmanlı’nın
son dönemlerinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik bürosunun camında,
şehre siyasi politikalarını haykırırcasına bir slogan yazar: “Fert yok, cemiyet
var; hak yok, vazife var.” Bu dönem, henüz daha cemiyet kavramının bir anlam
ifade ettiği, aynı zamanda milliyetçilik akımlarının Avrupa’yı ve Balkanlar’ı
kasıp kavurduğu yıllardır. İhtimaldir ki, sanayileşme çağının dünyayı küresel
bir köy olma sürecine taşıdığı yıllarda yeşeren ferdiyetçilik ve kişiyi
toplumdan soyutlayarak bireyleştirme çabasını Ziya Gökalp bir aydın olarak
görmüştür ve uzun dönemde toplum üzerine olumsuz etkiler konusunda uyarmak
istemiştir. Ancak küresel aktörler tarafından çok uzun bir süre önce çizilmiş
olan rota ve yürütülmekte olan plan hiç aksamadan sürmüş, birbirlerine tutkun
kabile toplumunun üyelerini, dünyanın her yerinde tek başına, kalabalıklar
içinde yalnız bırakmıştır.
Hatay
şehir merkezindeki “Zenginler Mahallesi”,
gayet ironik bir şekilde şehrin en fakir tabakasının oturduğu bir semttir.
Hatay’ın karakteristik mimari yapısını yansıtan mahalle, zamanında gerçekten de
şehrin zenginlerinin ve buıjuvazisinin yaşadığı yerdir. Değişen dünya düzeni,
hareketi beraberinde getirmiştir. Çağdaş şehirler, sosyal tabakaları
birbirinden ayırmayı amaçlar. Hareketin doğası, tüm zenginleri Hatay’ın özgün
bir karaktere sahip olmayan, diğer kentlerdeki örneklerine benzeyen, alışveriş
merkezi benzeri (Baudrillard, 2008: 20) sitelere taşımıştır. Bu siteler, her
türlü “müsrif-aylaklığa” imkân
verecek tarzda hazırlanmıştır. Bu amaçla bütün aktiviteleri içerir ve iş
haricinde siteden çıkmaya gerek bırakmaz. Bununla beraber, bu sitelerde
oturanların her birinin kendisine ait garajı vardır. Bir başkasını görmeye
gerek kalmadan evlerine çıkabilirler. Binlerce kişinin yaşadığı bir alışveriş
merkezi-sitede, tek başlarına oldukları hissine kapılabilirler-ki bu aslında
doğru bir önermedir. Zenginlerin, “Zenginler Mahallesi”ni terk etmeleri ise,
boşluğu dolduran kentin en yoksul kesiminin göçüne neden olmuştur. Köklerinden
kopmuş, doğal yaşam alanlarını kaybetmiş “zorunlu yereller”, melezleşemeyen
yeni kültürsüz-kültürel ortamlarında kendi yalnızlıklarını yaşamaya katlanmak
zorunda kalmışlardır.
Hatay’ın
sorunu, aslında İstanbul’un, Ankara’nın ve pek çok şehrin yalnızlık sorunudur.
Bugün, son derece ileri ulaşım ve iletişim araçları sayesinde bir küresel köy
haline gelen, pek çok insan için bir avuç içinden ibaret olan dünyada,
hareketli turistler ve aylaklar için de, küreselleşmenin zorunlu köleleri olan
yereller için de yalnızlık en büyük problemdir. Bu yazının iddiasına göre küreselleşme,
bireysel yaşamda ve toplum yaşamında yalnızlık demektir.
Süper-kabileler ile Süper-şehirler
Dünyaca
ünlü zoolog ve etholojist Desmond Morris, kendisine ün kazandıran ve insanın
evrimsel davranışlarını betimleyen “Çıplak Maymun” (Morris, 1985) adlı
kitabından sonra kaleme aldığı “İnsanat Bahçesi” adlı eserinde insanoğlunun
yaşam alanları üzerinde akıl yürütmeler yapmakta ve felsefesi kendi içerisinde
son derece tutarlı olan aşağıdaki paragrafla kentleri bir ‘İnsanat Bahçesi’ne
benzetmektedir (Morris, 2008: 7):
“Doğal yerleşim alanlarında ve
doğal koşullar altında hayvanlar birbirini yaralamaz, kendi yavrularına
saldırmaz, mide ülseri olmaz, oburluktan hasta oluncaya kadar şişmanlamaz,
kendi kendini tatmin etmeye kalkmaz, homoseksüel çiftler kurmaz, kendi türünden
olanları öldürmezler. Kent insanlarının ise bunların hepsini yaptığını söylemek
bile gereksiz. Acaba, insanlarla hayvanlar arasında esaslı bir fark olduğunu mu
gösterir bu? İlk bakışta öyle gibi. Oysa bu, aldatıcı ve gerçeğe uymayan bir
gözlemdir. Aslında bazı hayvanlar, bazı koşullarda, bu gibi davranışlarda bulunabilirler;
özellikle doğa dışında tutsaklığa mahkûm edildikleri zaman. Türdaşımız
insanlarda görerek pekiyi tanıdığımız bu anormalliklere, hayvanat bahçesinde
kafese kapatılmış hayvanlarda da rastlarız. Demek ki kent, bir Beton Ormanı
olmaktan çok bir İnsanat Bahçesi'dır.”
Kentlerin
son yüzyıldaki, hatta ikinci milenyumdan sonraki değişimi ve büyüme hızı
inanılmazdır. Ankara örneğinden gidilirse, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda
küçük bir vilayet olan bu şehrin, günümüzde Türkiye’nin en kalabalık ikinci
şehri olması ve metropoller arasında yerini alması oldukça şaşırtıcıdır. Cumhuriyetin
kuruluş yıllarındaki fotoğrafları ile günümüzdeki fotoğrafları
karşılaştırıldığında ortaya çıkan bariz fark konuyu açıklamaktadır. Hatta son
15-20 yılda Çayyolu, Beysukent, Batıkent, Eryaman gibi yeni semtler kurulmuş ve
buralara doğru kent hızla ilerlemiştir. Nüfusu 1965’te 1.644.302 iken, 2011
rakamlarına göre 4.890.893 olmuştur[1].
1950’de dünya nüfusunun %30’u kentlerde yaşarken, 2010’da bu oran %50’yi
aşmıştır (Daniş, 2013). Benzer şekilde
bir dünya metropolü olan İstanbul’un nüfusu 1829’da 359.000 iken, bu sayı
1918’de 700.000’e çıkar. 1980’de 2.773.000 olan nüfus 2012 rakamlarına göre 13.624.240’tür
(Şen, 2012: 304).
İki
ayağı üzerinde durabilen ilk atalarımızın geçmişi 3.6 milyon yıla kadar
uzanmaktadır (Arsebük, 2012: 18). Bu insanlar otuz kilometre eninde ve otuz
kilometre boyunda bir alanda altmış kişi olarak yaşamaktadırlar (Morris, 2008:
13). Şimdi ise aynı genişlikteki bir alanda milyonlarca insan bir arada
yaşamaya çalışmaktadır. Küreselleşen dünya düzeninde işgücünün hızla yer
değiştirmesi ve belli merkezlere kayması, bu süreci daha da hızlandırmıştır.
Peki, küreselleşen dünya nasıl bir aşamadan geçerek bugünlere gelmiştir? Bunun
için modernitenin geçiş sürecine bir bakmak gerekir.
Modern ve Postmodern Zamanlar
Odabaşı’na
göre (2012: 12) modernitenin kökleri, Batı tarihindeki 18 ve 19.yy’da yaşanan
Aydınlanma çağına kadar uzanabilir. Bu dönem, Fransız İhtilali’nde Bastille
Hapishanesi’nin yıkılması ile özdeşleştirilir ve 1989’da Berlin duvarının
yıkılması ile bittiği kabul edilir. Bu dönem, kapitalizm ile atbaşı gitmiştir.
İçinde bulunduğumuz dönem ise postmodern dönem olarak adlandırılmaktadır. Bu
iki dönemin toplamı, bize küreselleşen dünyanın kısa tarihini verebilir.
Alvin
Toffler, insanlık tarihini üç bölümde özetlemektedir (Odabaşı, 2012: 13): tarım
dönemi, endüstri dönemi ve bilgi dönemi.
Tarım
dönemi, insanoğlunun belleğinde henüz milliyetçilik kavramlarının oluşmadığı,
toplulukların toprağa bağlı yaşadıkları ve feodal derebeylerinin sultasında
geçen zaman dilimini anlıyoruz. Bu dönem, bin yıldan fazla süren ve ortaçağ
karanlığını içerisinde barındıran talihsiz bir dönemdir.
Bu
esnada Avrupa’nın nüfusu artmaya devam ederken, kaynakları hiç de aynı oranda
artmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz’i bir iç deniz haline getirmiş ve
Doğu’ya giden tüm ticaret yollarını kendi hakimiyetine almıştır. Bu durum
Avrupa’yı denizcilikte ilerlemek ve uzak deniz yollarını keşfetmek zorunda
bırakırken; Osmanlı, Akdeniz politikasıyla aslında bir anlamda kendisini
geriliğe mahkûm etmiştir. Akdeniz sayesinde kendisini Dünya’nın hakimi gibi
görürken, Avrupa denizcilikte yeni keşifler yapmış ve uzak deniz seferlerine
dayanabilen, Karavella adı verilen, üç
direkli, beş yelkenli ve 30 metre uzunluğunda gemiler inşa etmişlerdir (Doğru, 1999:
36). Bu gemiler sayesinde okyanusların dev dalgaları ile baş edebilmişler ve
1488’de Afrika’nın en güney ucu olan “Ümit Burnu”nu aşmışlardır. Portekizli
denizci Kristof Kolomb, sürekli Batı’ya doğru yol alarak Doğu’nun
zenginliklerine ulaşmak hayali ile yola alarak 11 Ekim 1492’de Amerika
kıyılarına ulaşmıştır. Coğrafi keşifler birbirini takip ederken Afrika ve
Amerika kıtasının tüm zenginlik kaynakları ile köle olarak alınıp satılan
insanları Avrupa’ya akmaktadır. Bu zenginlik artışı yoğun bir işgücünü
gerektirir. Kırsaldan, köylerden ve kasabalardan şehirlere ciddi bir göç akını
başlar. Marks ve Engels, bu durumu “Ortaçağın serflerinden ilk kentlerin
ayrıcalıklı yurttaşları ortaya çıktı. Bunlardan da burjuvazinin ilk öğeleri gelişti
(2008: 33)” şeklinde özetlemektedir. Bu lonca sistemine dayanan feodal dönemin
sonunu getirirken, onun yerini manifaktür sistemi almıştır. Lonca ustalarının
üstünlüğü meslek içerisinde sona erirken, yerini her işyerinin kendi işbölümüne
dayanan sistemlere terk etmiştir.
Üretim
arttıkça, büyük sanayi kurulmuş ve bu da dünya pazarını oluşturmuştur (Marks ve
Engels, 2008: 34). Dünya pazarının kurulması ile ticaret, gemicilik ve ulaşımda
hızlı gelişmeler sağlanır. Bu da pazarın daha da büyümesine neden olur.
Burjuvazi gelişmiş, sermayesi artmış ve Orta Çağ’ın geleneksel sınıfları geri
plana çekilmiştir. Burjuvazi demek, bir anlamda şehirleşmek demektir.
En
başa dönersek, kabile halinde yaşayan insanoğlu, şehirleştikçe kabile
yapısından sıyrılarak “dev süper-kabile” haline gelmiştir (Morris, 2008: 24). Süper kabilelerin yarattığı süper-şefler, bir
başka deyişle “burjuvazi”, eskinin despot kabile liderlerini aratır cinstendir.
Öte yandan bunların yetiştirdiği süper-uyruklar, çok daha söz dinler bir köleliğe
katlanmak zorunda kalırlar. Burjuvazinin yaptığı en temelde kırı kentlerin
egemenliğine sokmak, barbar ve yarı-barbar olan ülkeleri uygar ülkelere,
Doğu’yu Batı’ya bağımlı kılmaktır. Bunda da bir hayli başarılı olmuşlardır.
Burjuvazi,
kapitalizmin ve küreselleşmenin başlangıcında çok fazla pazara sahiptir, ancak
üretim sınırlıdır. Talebe cevap verebilmek için çok yoğun bir biçimde üretmesi
gerekmektedir. Bu nedenle endüstriyel çağın toplumu en başta üretim toplumudur
ve bu toplum üyelerini “üretici ya da
asker” olarak görmektedir (Bauman, 2012: 56). Oysa bizim post modern
toplumumuz bir “tüketim toplumu”dur. Çünkü artık pazarın aktörleri fazladır ve
üretim yeterlidir. Modern toplumun zorunlu askerliğe ya da kitlesel üretime
artık ihtiyacı kalmamıştır, aksine tüketen bir topluma ihtiyaç duymaktadır. “Günümüz
toplumu, üyelerini, en başta, tüketici rolünü oynama görevinin emrettiği
şekilde biçimlendirmektedir. Toplumumuzun üyelerine dayattığı bu norm, bu rolü
oynama kabiliyeti ve istekliliğidir (Bauman, 2012: 56).”
Küreselleşen ve Tüketim Toplumuna
Dönüşen Türkiye
Tüketim
toplumunun ortaya çıktığı tarihsel süreç ve yeri ile ilgili tartışmalar yürütülmekteyse
de, “İkinci Paylaşım Savaşı” sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nde
görüldüğü genel kabul görmektedir (Dağtaş, Dağtaş, 2009, 7).
Osmanlı
İmparatorluğu, devamında ülkemiz, aydınlanma, küreselleşme ve tüketim toplumu
olma süreçlerini Batı ile birlikte yaşamamıştır. Batı’nın demokrasi tarihi 1215
Magna Carta anlaşmasına kadar götürülebilirken, Osmanlı’nın demokrasi macerası
1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyetle başlar. Batı’da 1447 yılına dayanan
matbaa, Osmanlı’ya girişi 200 yıldan fazla zaman almıştır. Bu ve benzeri pek
çok gelişmenin geriden gelmesi gibi, ülkemiz küreleselleşme ve tüketim
toplumuna geçişte de Batı’nın oldukça gerisinde kalmıştır. Bu sürecin
zamanlaması üzerine başka açıklamalar da yapılmasına rağmen (Tekelioğlu, 2004:
3-7’den akt. Odabaşı, 2009: 56); Cumhuriyet’in kuruluş yılları ile İkinci Dünya
Savaşı’nın sonuna kadar olan döneme inkılâplar ve yoksulluk dönemi, 1950-1980
arası döneme kitleselleşme dönemi, 1980 sonrasına ise küreselleşme ya da “Küçük Amerika” olma dönemi diyebiliriz
(Orçan, 2004: 122’den akt. Odabaşı, 2009: 56). 1980’lerle birlikte ciddi bir
değişim geçiren toplumsal hayat, geleneksel toplum ve aile yapısı ile bireyi
oldukça sarsmış; köklü değişimlere neden olmuştur. Bu çalışmanın devamında,
değişen ve pek çok bakımdan kötüleşen bu yapısal değişiklikler bazı maddeler
halinde incelenecektir.
Tüketim Kültürü
1980’lerin
başlarında, toplum hayatında sıklıkla dile getirilen pek çok klişe vardır.
Klişe, toplumsal yaşamda sık sık kullanılmaktan dolayı yaratıcı anlamını
yitirmiş, ancak üzerinde düşünmeyi engelleyen ve toplumsal işlevi yüksek
söylemlerdir. Kısacası anlamsız da olsalar işlevseldir (Zıjderveld, 2010: 28).
“Çocuğun
kıyafetlerini biraz büyük al, seneye de giysin.”
“Ayağını
yorganına göre uzat.”
“Aybaşında
alırız.”
“Ak
akçe kara gün içindir.”
Bu
ve benzeri bir dizi klişe, 80’lerin çocuklarının belleğine adeta
raptedilmiştir. 80’lerin başları, her şeyin az, ancak yeterli olduğu yıllardır.
Paylaşım zorunludur. Hiçbir şeyin ziyan edilmediği, her şeyin değerli olduğu
bir zaman dilimidir. Öte yandan 80’lerin sonu mallarda ve hizmetlerde bolluğun
yaşandığı bir dönemdir. Baudrillard bu dönemin en betimleyici özelliğinin
birikme ve çokluk olduğundan bahseder (2010: 17). Birikme ve istif, bolluğun en ilkel ama
anlamlı biçimidir. Bu dönemde mallar o kadar çoğalmıştır ki vitrin camlarından
fışkıracak gibi durur; birey malların hegemonyası ile karşı karşıyadır, nereye
gitse ondan kaçamaz.
Tüketimin
merkezi haline gelen kent insanı, başlangıçta bu değişimleri yadırgamış ve
kendisini uzak tutmaya çalışmıştır. Tüketim kültüründen önce, insanların alışverişleri
para biriktirmeye, alınacak bir şey için sabretmeye, esnaf tanıdıksa ve kendisi
güvenilir bir alıcı ise taksit yapmaya dayanmaktadır. Eğer inandırıcılığı yok
ise kefil bulması gerekir ki, bu alışverişi daha da zorlaştırmaktadır. O
dönemin insanları kefillikten korkan, senet imzalamayı sevmeyen bir tutum
sergilemektedirler. Hal böyle olunca bir malın alınmaya karar verilmesi ile
alınması arasında geçen zaman dilimi uzadıkça uzamaktadır. Bu nedenle vitrinlerin
dolup taşması, o kadar kapitale sahip olmayan “homo-economicus”a (Baudrillard, 2010: 76) tuhaf gelmiştir. Bu yadırgama, yaşam tarzlarının ya da
çocuklarının ahlakının bozulacağı korkusuna kadar uzamaktadır. Bu korku,
1980’li dönemlerin Türk Sinemasını dahi etkilemiştir. Bolluk kültürünün böylesi
korkak ve temkinli tüketemeyicilere, tasarrufçulara ya da stokçulara ihtiyacı
yoktur. Dahası, yeni kapitalist sistemin bu düşünce sistemi ile ilerlemesine de
olanak yoktur. Sistem üreten ya da saklayan değil, sınırsız tüketen kitlelere
ihtiyaç duymaktadır. Sonuçta modern çağın ödeme tarzı olan “kredi kartı” (Baudrillard, 2010: 21)
ortaya çıkmış ve hizmete sunulmuştur. Kredi kartı insanları senetlerden,
kefillerden, güvenilir bir adam olma zorunluluğundan, bunun gibi bilumum stokçu
insan olma yüklerinden kurtarmıştır. “Tüketim özgürleştirir.” Bu sayede üretim
merkezden çıkar yerine tüketim kültürü gelir; ideal ve akılcı “homo-ekonomicus” yerini tüketmeyi yaşam
aracı olarak gören “tüketimus” adlı
bireye devreder (Odabaşı, 2009: 2).
İnsanlar,
kolaya çabuk alışırlar. Benzer şekilde kredi kartına geçiş de oldukça kolay ve
çabuk gerçekleşmiştir. Kredi kartı, başlangıçta bir statü sembolü gibi
görülmüştür. Öyle ki, insanlar kredi kartlarının limitlerine göre
değerlendirilir hale gelmişlerdir. Dahası, bazı kredi kartı reklamlarındaki
“Alsak alsak bedavaya ne alsak!” şeklindeki gibi yanıltıcı sloganların da
etkisiyle, bankaların iyilik olsun diye kart dağıttıkları, bedava puanlarla her
şeyin alınabileceği fikri yaygınlaşmıştır. Birkaç ay sonra borç dağları aşıp da
icralar başlayınca gerçek durum ortaya çıkmıştır. Kredi kartı, kartopu misali
her ay dönümünde büyüyen bir borç yüküdür. Ödenemeyen her ay, faizi ve o ayki
giderleri üzerine ekleyerek yükü artırmaktadır. Başka bir bankadan alınan diğer
bir kredi kartı belli bir süre soruna çare gibi göründüyse de, tüketimusu biraz
daha batağın içine çekmiştir. Borcu arttıkça çevresindeki yakınları birer birer
eksilmiş ve sonunda yalnız kalmıştır.
Bolluğun
böylesine artışı ve tüketim kolaylıkları, bilinen anlamdaki işlek caddelere
sığmamaya başlamıştır. Caddede gezerken bile, kişi hayatın içerisindedir. Gelen
geçen araçlara dikkat etmek, soğuk ya da sıcakla baş etmek, merdiven tırmanmak,
bireyi hayattan yeteri kadar soyutlayamamakta, tüketime yeterince
yoğunlaşmasını engellemektedir. Bunun üzerine dev alışveriş merkezleri inşa
edilmeye başlamıştır. Burası, Eski Roma’da tüm tanrılarının bir arada bulunduğu
“Pantheon” benzeri bir yerdir. “Bizim Pantheon’umuzda tüketimin tüm tanrıları
ve iblisleri, yani aynı soyutlama ile yok edilmiş olan tüm etkinlikleri, tüm
işler, çatışmalar ya da mevsimler bir arada bulunmaktadır (Baudrillard, 2010:
22).”
Çağdaş
bir süper-kabile üyesi ya da tüketimus, dünyaya geldiğinde kendisini, insan
zekasının yaşamı sürdürmekle ilgili pek çok sorunu çözmüş olduğu bir ortamda
bulmaktadır (Morris, 2008: 201). Bu nedenle modern insanın tüm yaşamı,
kendisini uyaracak bir uğraş aramakla geçer. Hayvanat bahçesinin özellikle
vahşi sakinleri için de durum aynıdır. Kafesler hem uyaran bakımından zayıf,
hem de yaşamın son derece basit olduğu ortamlardır. Bu durumda hayvanlar
saldırganlaşabilir, sapkın hareketlerde bulunabilir ya da demirlere arkasını
yara yapacak kadar sürtmek şeklinde aynı hareketi yüzlerce kez tekrarlayarak
rahatlamaya çalışır. Benzer şekilde modern insan da yeterli uyaran olmadığında
bunalıma girer. Ya depresyona girer, ya da sapkınlaşır. Küreselleşmiş tüketim
kültüründe bu hoş görülebilir bir durum değildir. İnsanın sürekli uyarılmış bir
durumda tutulması, her türlü iletişim, reklam ve propaganda gayretlerinin, onu
tüketime yöneltmesi gerekir. Tüketim tanımında esas olan “ihtiyaç” tatminidir
(Odabaşı, 2009: 20). Tüketim toplumunda bu araçlar ve motivler değişmiştir.
İhtiyaçlar, eşyalara bitişik hale gelmiştir; insanlara nasıl “ihtiyaç
duyacakları” öğretilir ve tüketiciler buna elverişli öğrencilerdir (Illich, 1991:
59-60’dan akt. Odabaşı, 2009: 21). Bitmeyen bir ihtiyaç duyma refleksi işin ilk
kısmıdır. Bu ihtiyacın giderilme mabetleri, alışveriş merkezleridir. Alışveriş
merkezleri[2],
tüketim etkinliklerinin bir sentezidir. Alışveriş, nesnelerle flört, aylak
gezinti ve bunları birleştirme olanakları buralarda sağlanır (Baudrillard,
2010: 18). Reklamlar sayesinde,
alışveriş ve tüketim bir yaşam tarzı olarak karşımıza çıkar. Tüketim markalarla
özdeşleşir, hiçbir şey tekil değildir. Marka bağlamı içerisinde, yeni çıkacak
bir ürünü beklemek ya da almak için gerekli girişimlerde bulunmak yeterince
uyarıcıdır. Tüketim kültürü, bunlar sayesinde tüketiciyi can sıkıntısından
kurtarır ve tüketim kültürünün doğasında var olan tüketime teşvik eder.
Alışveriş merkezi, antik aylaklık ile modern ritmin uzlaşmasıdır (Baudrillard,
2010: 21). Gerçek hayatın zorlukları burada görülmez. Atmosfer hep ılık ve
çekicidir. Merdiven bile çıkmak gerekmez. Olası tüm zorluklar, iş sahipleri
tarafından bertaraf edilmiştir. Tüketicinin tüm algısı doğal olarak aylaklığa
ve tüketime yönelir. Üstelik bu tüketim salt alışveriş ile ilgili değildir.
Tüketim adamının sosyal sorumluluklar konusundaki vicdan azabını da ortadan
kaldırır. Alışverişte çocuklarla yeterince ilgilenmediğini düşünmesin diye
çocuk oyun alanları yapılır. Bir takım
sosyal sorumluluk projeleri icat edilir ve katılması sağlanır. Yemek orada
yenir sinemaya orada gidilir. Uçuk kaçık modern zaman müzeleri kurulur, o
alışveriş merkezine gittikçe kültür seviyesinin arttığı düşündürülür. Sonuç
olarak tüketim adamının zaman geçirme ile ilgili tüm sorunu buralarda
halledilir.
Arzu
ile tatmin arasında enteresan bir etkileşim vardır. Arzu, tatmini arzulamaz;
tersine arzu arzuyu arzular (Bauman, 2012: 87). Tüketim adamının tek uğraşısı,
yeni bir şeyler bulmak arzusudur. Toplumun dinamikleri bunun üzerine
kurulmuştur. Tüketici bir an bile boş bırakılmamalı, daima bir arayış
içerisinde olmalıdır. İyi işleyen bir tüketim toplumu, üyelerini sürekli bir
baştan çıkarılma durumunda bırakmalıdır (Bauman, 2012: 87). Bir telefonun neredeyse aynı olan yeni modelini
almak için geceden mağaza önünde kuyrukta beklemek de bu durumun bir
uzantısıdır. Tüketici her an için teyakkuz halinde tutulur “Acaba kaçırdığım
bir şey var mı?” Verilen ya da
hissettirilen mesaj hep aynıdır: “Daha görmediğin neler var”. Daha görmediği
bir çok şeyin olması, tüketim adamının en büyük çaresizliğidir. Bunu yenmek
için durmadan bir arayış içine girer. Blogları okur, teknoloji web sayfalarını
inceler. Sosyal medya bu anlamda sağlam bir müttefiktir. Birbirlerine sürekli
yeni ürünleri anlatan ve bunların kaçmasının vahim sonuçlarını anlatan
bireylere doludur.
İyi
bir tüketici, aslında iyi bir maceracıdır (Bauman, 2012: 86). Avlanırken
yaşadığı serüven duygusuna benzer bir macera dürtüsüdür bu. Üstelik daha keyifli
ve emniyetlidir. Avlanırken ölme ihtimali vardır ama bir alışveriş merkezinde
ölme ihtimali oldukça düşüktür. Buradaki macera, daha yeni, daha iyi, daha
ucuzu bulabilmek içindir. Alışveriş merkezi, özellikle orta yaşın sonuna kadar
olan tüm yaş grupları için çekici fırsatlar sunar. Yaşlılar için çok uygun
yerler değildir. Büyüktür ve tehlikeli yürüyen merdivenlerle doludur. Yaşlılar,
tüketim kültürü için faydalı bireyler değildir. Fazla temkinlidirler,
homo-economicus dönemlerini hala iyi hatırlarlar ve eskinin alış veriş
alışkanlıklarını bugüne taşımaya çalışırlar. İşte tam da bu nedenle yaşlılar
alış veriş merkezlerinden uzak tutulmaya çalışılır ki, “kötü” örnek olmasınlar.
Markette
gezerken bir anda belli bir üründe indirim açıklanabilir. Bu beklenti,
tüketimusu sürekli uyarılmış tutar. Aslında hepsi birbirinin tekrarı markalarla
dolu olan, yalnızca şanslı ise mimarisinde bir parça değişiklik olan alışveriş
merkezlerinden yine birini keşfetmek ya da gezmek aynı biçimde uyarıcıdır.
Hayatında uyaran sayısı oldukça azalan kent insanı, bir Cumartesi’yi nasıl
geçireceğini bilemez. Gün oldukça uzundur ve evde geçiremeyecek kadar güzeldir.
Bu merkezler, ne yapacağım kaygısı olmaksızın günün önemli bir bölümünü
geçirmeyi sağlar.
Alışveriş
merkezleri, tüketiciye güçlü bir erk duygusu verir. Kendisine dayatılan tüketme
mecburiyet, kişinin başka türlü yaşamasının imkânsızlığı, kendisini iradenin
serbest kullanımı gibi gösterir (Bauman, 2012: 88). Alışveriş merkezlerinin
katları çeşitli markalarla ve on binlerce çeşit ile doludur. Bu çeşit çokluğu,
tüketimusa seçme iradesi ve hükmedenin kendisi olduğu yanılgısını sunar.
Herhangi bir üründen uzak durma, almama ve seçme iradesi elbette vardır.
Tüketimus, alış veriş merkezlerinin ilgi odağı, başkahramanıdır. Herkes ona
hizmet etmek ister. Güzel kızlar ve yakışıklı erkekler gülümseyerek bakar ve
konuşur. Bu, “pavyon” tabir edilen gece kulüplerindeki yanılsamanın birebir
tekrarıdır. Pavyonlar, insanın ya da kadını bizzat tüketim metası olduğu,
tüketim çağının en acımasız işyerlerindendir. “Konsomatris” denilen kadınlar
çalışırlar ki, bu isim 14.yy Latincesinden, “consumere”[3]
kelimesinin bir türevidir. Bu kelime; tüketmek, harcamak, yiyip bitirmek gibi
anlamlara gelir. Konsomatris, sohbetini, dişiliğini kimi zaman da bedenini araç
olarak kullanarak, müşteriyi tüketime sevk etmek durumunda olan kişidir.
Tayland’da bu işi yapan erkeklerin de olduğu görülür[4].
Pavyonların merkezindeki tüketimus adam, oranın kralı ve tek efendisi gibi
karşılanır. Beş dakika içerisinde enfes bir sofra ve yanında güzel bir kadın
bulabilir. Tüketim çağında bolluğu temsil eden yemek (Carroll, 1999’dan
akt.Bauman, 2012: 86) ve cinsel uyarılmanın doruk noktasında yaşandığı
yerlerdir. Tüketim açısından bakıldığında, alış veriş merkezi ile pavyon
arasında bir fark yoktur. İkisinde de “tüketimus”, istenen ve arzulan kişidir.
İstediğini seçebilir ki bu ona göre önemli bir erktir. Tüketicinin
reddedemeyeceği tek şey, onlardan birini seçme zorunluluğudur (Bauman, 2012:
88). Bu dünyanın nimetlerinden hiçbirisi sonsuza kadar sürmez. İkisinde de
ciddi bir para ödeyerek kapının önünde bulur kendisini. “Tüketicinin, elbette ideal tüketicinin, yaparken yaşadığı ve yapmak
için yaşadığı, yaşamının anlamı olarak gördüğü her şeyin sonu olacak
tekdüzeliğin ve durgunluğun o acı tadı, yolun sonundaki küf kokusu vardır varış
noktasında. (Bauman, 2012: 88).” Alışveriş
de en nihayetinde bir bağımlılık haline gelir ve her bağımlılık gibi onun da
tatmini sürekli tekrarlamaktan geçmektedir.
Küreselleşmenin
en acımasız çağında, tüketerek küresel olduğu yanılgısına kapılan tüketimus
insanı, bir kez daha kapının önünde ve bir kez daha yalnızdır.
Melezleşemeyen Kültürler
Küreselleşme
öncesi kültür, kimseyi tek başına bırakmamaktadır. Başı sıkışan herkes, dert
yanacağı, yardım ve yol göstermesini isteyeceği birilerini bulabilir. Herkes
bir yerlerin yerlisidir. “Yerel
cemaat”in (Bauman, 2012: 21) bir üyesi olarak doğdukları toprakların üzerinde
hayatların geçirirler; nihayet ölürler ve orada gömülürler.
Şehre
göç eden insanın en başta şehir merkezine yerleşecek durumu yoktur. Kendilerine
bir “lebensraum”[5]
yaratabilmek için şehrin perimetrelerindeki devlete ait boş kırsal alanlara
yerleşirler ve gecekondu alanları (banliyöler) oluşmaya başlar. Bu yerleşme
esasen gettolaşma[6]
şeklinde meydana gelir. Yani şehrin belli alanlar “Trabzonlular Mahallesi”,
“Bayburtlular Mahallesi”, “Çorumlular Mahallesi” şeklinde oluşmuştur. Buna
rağmen kişi kendisini toprağa bağlayan yerlerden artık sıyrılmıştır. İnanılmaz
bir hızla değişen ve kolay çözülebilir yerel kodlarından sıyrılan ekonomik
birey ve sosyal hayata bir şekilde uyum sağlamak zorundadır. Bu tür muhitlerde
elbette belli bir sosyal ilişki ya da komşuluk durumu olmaktadır ama buralarda
yaşayanlar diğerlerinin yaşamına uzun süre tanıklık edememektedir (Sennett,
2005: 19). Böylece yerel kültürün en önemli sigortası, yani bir gün o yerin
büyüklerinden olma beklentisi ortadan kalkmıştır. Hal böyle olunca, var olan
kültürü devam ettirebilmek mümkün olmamıştır.
Bahse
konu bölgeler, melez kültürler oluşturma yolunu tutmuştur. Bu da kolay bir
süreç değildir.
“Kentin
yoksul, etnik bakımdan karışık gettosu, yeni olduğu açıkça ortada olan melez
kimliklerin oluşturulması için gereken desteği doğrudan veren bir arena
değildir. Küresel istikrar ve/veya büyüme dönemlerinde, hayatta kalma sorunları
yurtla ve emniyetli yaşam alanları yaratmakla çok daha yakından ilişkilidir (Werbner,
ve Modood, 1997, 70-89’dan akt. Bauman, 2012: 103).”
Yoğun
göç alan bölgelere yerel kültürler taşınmazken, tüm bunların karışımı ve
birbirleriyle etkileşimi “küresel
kültürsüzlüğü” meydana getirmiştir. Bu kökeni belli olmayan ve hiçbir şeye
hizmet etmeyen ve melez dahi olamayan “kültür”,
şehre suç kavramını yerleştirmiştir.
Kolaylıklar Çağı
Küresel
dünyanın tüketim doktrini, kişiye para ile her şeyi satın alabileceğini
öğütlerken, aynı zamanda her şeyin kolay bir yolu olduğunu da kulağına
fısıldar. Bu son derece cezbedici bir öneridir. İyi işleyen bir tüketim
toplumunda, tüketicilerin bir özelliği aktif bir biçimde baştan çıkarılma derdinde
olmalarıdır (Bauman, 2012: 87). Bu da çağrıyı daha cazip bir hale
getirmektedir. Sevilmeyen yalnız biriyseniz, kendinize bir yol arkadaşı
kiralayabilir; bir iş yemeğine eşsiz katılmak istemiyorsanız ama bir eş ya da
sevgili edinecek sabrınız yoksa kolayca bir eskort kadın ya da erkek arkadaş
bulabilirsiniz. Dokunmak insan için en temel ihtiyaçlardan biridir. Fakat bu
dünyada sarılacak bir insanınız bile yoksa-ki küresel dünyada hiç de şaşırtıcı
değildir- uygun bir saat ücreti karşılığında sarılarak uyuyacak birisini
bulmanız mümkündür[7].
İnsan ilişkilerindeki “kolaylık
yanılsaması”, yaşamın diğer alanlarında da geçerlidir. Bu anlamda
reklamcılık, illüzyonu yaratmak için
her türlü imkânını seferber etmektedir.
Reklamcılık
gerçeği değil, gösterilmek isteneni gösteren ve illüzyon yaratmak için gayret sarf eden bir iş koludur. Reklamlar,
her işin kolay bir yöntemini anlatır. Bir hap yutabilir, vücudunuza bir bant
yapıştırabilir, karnınıza bir krem sürebilir ve fazla kilolarınızdan bir anda,
hiçbir çaba harcamadan, hiç diyet ve spor yapmadan, hodbin hayatınızdan zerre
taviz vermeden kurtulabilirsiniz. Üzerine yutacağınız bir hap ile baklava
desenli kaslara kavuşabilir, Jennifer Lopez kalçalarına sahip olabilirsiniz. Bileğinize
ne olduğu belirsiz, plastik takar, üzerinde hologram olduğu için, hologramın ne
olduğunu ve ne işe yaradığını bile sorgulamadan, müthiş bir dengeye ya da
enerjiye sahip bir oluverirsiniz. İngilizce sınavında soru çözmenin kolay
yollarını ve “test tekniğini”
öğrettiğini iddia eden bir kursa gidersiniz, üç ayda ilkokul seviyesindeki
İngilizcenizle akademisyen olacak notu alabilirsiniz. İyi bir tüketicinin
aslında iyi bir serüvenci olduğu düşünülürse (Bauman, 2012: 87), onun uzun
süreç gerektiren herhangi bir işle uğraşması, bir etkinliğin yıllarca peşine
düşmesi ya da bir hobiyi senelerce devam ettirmesini beklemek hayal olur. Ona
pratik çözümler verilmelidir, o hayallerinin peşinde koşması öğretilmiş bir
hedonisttir.
Hedonizm,
kelime anlamı ile zevk almaya aşırı derecede düşkünlüğü ifade eder. Gelişimi
milattan önce dördüncü yüzyılı bulan hedonizm, yaşamın ana amacı olarak en
üstün iyiliğin haz olduğunu savunmaktadır (Odabaşı, 2009: 107). Tüketimi
yönlendiren üç temel kavram vardır: İstek (want), ihtiyaç (need) ve arzu
(desire). Geleneksel homo-ekonomikus toplum yapısı tüketimi “Weber'in püritan azizlere özgü olarak
nitelendirdiği çileci yaşam şekli”ni zorunluluğa dayalı ihtiyaçlarla
sınırlandırırken, küreselleşen dünyanın tüketim toplumu, bireyi arzularının
peşinde sürüklenen hedonist bireylere çevirmiştir (Özcan, 2011: 139-140).
Hedonist
birey “anında tatmin” olmalı, sabretmemeli ve “tatmini ertelemek” yerine derhal
tatmin olma yolunu tercih etmelidir (Odabaşı, 2009: 112). Üstelik bu yolda
yalnızlığını unutturmak ve yalnız olmadığı illüzyonunu yaratmak için belli
yapay gruplar, internet forumları ve benzeri kitleler oluşturulur. Şişmanlık,
vücut geliştirme, çocuk bakımı, İngilizce sınavı haricinde ortak hiçbir yönleri
olmayan insan grupları durmadan birbirleriyle yazışır ve söyleşir. Yazıştıkça
hem yalnız olmadıkları duygusuna kapılırlar, hem de hayal ürünü mucize
ürünlerin tüketilmesi için birbirlerine cesaret verirler. Belli bir sebebi
olmayan ve dördüncü aydan itibaren kendiliğinden ortadan kalkan yeni doğan gazı
hakkında yüzlerce sayfa yazışma, ilaç tavsiyesi okuyabilirsiniz. Zayıflama
forumlarında her gün yeni bir mucize formül ortaya atılır ve insanlar kullanmak
üzere cesaretlendirilir. Bu bir çeşit “başarısızlığın ortak paylaşımı”dır.
Birey, içten içe bu yöntemin de bir yalandan ibaret olduğunu, hiçbir işe
yaramayacağını bilir. Buna rağmen kullanmak ister. Ancak bu şekilde vicdan
azabı duymadan sınırsızca yemeğe devam edebilecektir. Bu durumda kendisini yalnız
hissetmemelidir. Firmalar oluşturdukları forum ortamlarına, gerçek kullanıcı
yorumları gibi yorumlar yapar ve bu lüzumsuz ve yararsız, hatta işlevsiz
faaliyeti kendilerinin de yaptığını, bu yalana inandıklarını ve yalnız
olmadığını tüketiciye iletirler. Bu iletim sayesinde, başarısız olacağı önceden
belli ürünün başkaları tarafından da kullanılacak olması kişiyi tatmin eder, bu
hayalin peşinden bir süre devam eder. Bu ürünler çok kısa sürelerde değişir:
Bir gün dağ çileği ekstresi, bir gün yeşil çay, bir gün Hatay biberi, bir gün
yaban mersini bu ilacın içeriğini oluşturur. İçerik mutlaka bitkisel olmalıdır,
çünkü bitkisel olanın zararlı olamayacağı illüzyonu
zaten çok uzun bir süre önce yaratılmıştır. Bir ilacın yararı ya da zararı
anlaşılamadan bir başkasına geçilir. Yalnız kilolular komünü bu rutinde yeni
yeni ilaçları kullanarak tatmin olmaya ve yalnızlık duygusunu bir nebze de olsa
yenmeye devam ederler.
Eski ve Yeni Evlerde Yalnızlık
Algısı ve Otobüs Yansıması
Herhangi
bir kişi, özellikle eski yerleşim yerlerinde bir ev almak ya da kiralamak
amacıyla emlak komisyoncusuna gittiğinde, bir dilemma ile karşılaşır: eski yapılı ve yeni yapılı evler. Burada
bahse konu yapı, inşaatın zamanı ile ilgili değildir. Bahsedilen evin planının
çizim mantığı ile ilgilidir.
Eskiden
evlerin büyük bir çoğunluğu soba ile ısınmaktadır. 1990’lara kadar kalorifer
ile ısınmak bir lüks görünümündedir. Normal olarak evlerde ancak bir soba
yakılabilir. Bu tek soba ile ısınılması, evin tamamına yetmesi amaçlanmaktadır.
Bu nedenle salon ya da oturma odası evin merkezinde yer alır, diğer tüm odalar
bu salona açılmaktadır. Kışın gerektiğinde odaların kapıları açılır ve diğer
odaların da ısınması sağlanırdı. Bu evlerde mahremiyet oldukça sınırlıdır.
Ailenin tüm bireyleri, mecburen aynı salonda oturmak zorunda kalırlar. Evin
büyükleri ve çocukları salonda oturur, tüm aktiviteler beraber
gerçekleştirilirdi. Çocuklar sobaya yakın bir yerde mevzilenirler ve ödevlerini
bile burada yaparlar. Salon hayatın merkezidir. Yemek burada yenir, misafir
burada ağırlanır, sohbetler ve kavgalar burada yapılır. Salon bir nevi “agora”dır.
Evdeki hayatın tamamı, yatıp uyuma ve yemek yapma haricinde burada yaşanır.
Evin tüm bireylerinin yolu salondan geçer. Ebeveyn banyolarının olmadığı
yıllardır. Herkesin alanı belli ve oldukça sınırlıdır. Yalnız kalma şansı yoktur.
Ebeveynlerin yatak odası haricinde evin hiçbir yeri özel alan sayılmaz. İnsanlara
bu durum garip gelmez; mahrem mesafe, sosyal mesafe gibi kavramları bilmeden ve
takılmadan yaşayıp giderler.
Sonraki
yıllarda kalorifer, lüksün ve konforun göstergesi olmaktan çıkmış ve orta sınıf
evlerin de standardı haline gelmiştir. Kaloriferin yaygınlaşması, evlerin çizimlerine
de doğal olarak etki etmiştir. Odaların tamamı kendi petekleriyle ısındığına
göre, artık salona bağımlı olmaya hiçbir odanın ihtiyacı yoktur. Bu nedenle ev
çizimlerinde salon bağımsız bir hale
gelmiştir. Artık tüm odalarda yaşam devam etmektedir. Çocuk odası kavramı
yerleşmiş ve çocuklar ya da ergenler odalarında daha fazla zaman geçirmeye
başlamışlardır. Bilgisayarların ergen odalarında yerlerini alması, televizyona
bağımlılığı ortadan kaldırmıştır. Yaşlıların artık salonda sürekli oturmalarına
gerek yoktur; kendi odalarında oturmaya teşvik edilirler. Böylece salon agora
olmaktan çıkar, daha sıradan bir hal alır. Evin içerisinde bireysel ya da
mahrem alanlar algısı yerleşmeye başlar. Kat kaloriferi ve sonraki dönemlerde
doğal gaz sayesinde, eski yapılı evlere de kalorifer sistemi döşense de,
insanlar bu bireyselliği sevmişlerdir, elde ettikleri bireysel alanlardan vazgeçmeyi
düşünmezler. Böylece eski yapılı evlerin fiyatları düşmüş, tercih edilmeyen,
düşün gelirli ailelerin oturduğu evler haline gelmiştir.
Modern
zamanlardan önce, insanın aklına gelebilecek her yer sosyalleşmek için uygun
bir ortamdı. Bu yerlerden bir tanesi şehirlerarası otobüslerdir. İnsanların
birbirlerine anlatacakları pek çok şeyin olduğu zamanlardır. Daha yolun başında
sohbet başlar, özellikle birinin yaşı geçkinse sohbet bir türlü bitmez, yol
boyunca sürer. Konuşmayan olursa ayıplanır ki, zaten çok da rastlanan bir durum
değildir.
İnsanların
bireysel alanları arttıkça bu konforu her alana taşımak istemişlerdir.
Otobüsler ve diğer toplu taşıma araçları da bu anlamda nasibini almıştır. Ancak
yolcuların yan yana oturdukları bu düzende, bireysel alanlar koymak mümkün
değildir. Tam bu esnada “walkman” adı
verilen taşınabilir müzik sistemleri imdada yetişir. Taşınabilir ve kulaklıklı
olan bu mucize cihazlar, bireyi yakınlaşmak istemediği dış dünyadan yalıtan en
önemli aygıtlar olmuştur. Sözsüz iletişimde bir kural vardır: bireysel alanlar
esastır. Eğer kaçamazsanız sırtınızı döner, en kötü ihtimalle gözlerinizi
kaçırırsınız. Bu bile kişide bir rahatlama sağlar. Walkman da benzer şekilde işlev görür. Kulaklığı takan kişide sanal
bir alan yaratır ve yanındakini konuşmaktan caydırır. Bu geçiş, geçmişe sıkı
sıkıya bağlı ihtiyarları aslında rahatsız etmiştir, fakat yapacak bir şeyleri
yoktur. Bu arada tüketim toplumu boş durmamakta, bireyselliği artırmak için
ellerinden geleni yapmaktadır. Otobüslerde ve trenlerde tekli koltukları getirirler.
Böylece yolcu, tamamen bireysel bir yolculuk yapabilmektedir. Her koltuğa ayrı
ayrı yerleştirilen monitörler de bu bireyselliği desteklemektedir.
Bitirirken
Ziya
Gökalp, 1900’lerin başlarında “Fert yok, cemiyet var; hak yok vazife var”
demektedir (Bayraktar, 2002: 10). Bu şiar, daha sonra “İttihat ve Terakki”
cemiyetinin siyasi felsefesi haline gelmiştir[8]. Acaba
üstadın ferdiyetçiliği dışlayıp yerine toplumculuğu salık vermesinin sebebi,
küreselleşmenin etkilerini çok eskiden görebilmiş olması mıdır?
Küreselleşme
kavramı, insanlığın karşısına, şartların ortaya çıkardığı, her ülkede farklı
bir şekilde görülen, başka başka yansımalar olarak gösterilmeye çalışılmakta.
Oysa küreselleşmeyi, dünyanın zirvesinde bulunan ve kapitalin en büyük
parçasına sahip olan hakim grubun, kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda yön
verebilmek için kullandığı bir araçtan başka bir şey olmadığını görebilmek; bir
kavramdan çok etkilerini çok net bir şekilde görebildiğimiz somut bir varlık
olarak yorumlamak, bana göre mücadele için esastır. BM’nin hazırladığı “İnsani Gelişmişlik
Raporu”na göre (Bauman, 2012: 75), zirvede bulunan 358 “küresel milyarder”in
serveti, toplamda dünya nüfusunun en fakir %45’lik diliminin (2.3 milyar
insan) toplam gelirine eşittir. Dünya
nüfusunun %80’ini oluşturan “gelişmekte olan ülkeler”e ait gelir, dünya
gelirinin küresel servetin yalnızca %22’sini oluşturmaktadır. Sermaye, ortadan
kaybolabilen bir şey değildir. Yalnızca belli ellerde toplanmaktadır.
Milyarlarca insanın yoksulluğunun kodları, çok açık bir şekilde bu zirvedeki
doymak bilmeyen küresel imparatorlarda aranmaktadır.
Bununla
birlikte küreselleşme bize sürekli popüler yüzünü göstermektedir.
Küreselleşmenin sembollerinden bir meşrubat markası, dünyanın her ülkesinde
farklı bir yüzünü göstermekte ve eğer kendi ticari markası ile girmesi ticari
anlamda sakıncalı bulunmuşsa ve yoğun milliyetçi tepkiler toplamışsa, yerel bir
isim alır ve o devletin küresel ekonomiye attığı milliyetçi bir gol gibi
gösterilir. Oysa bu küreselleşmenin birebir oyunudur ve yıllardır hiç yara
almadan azgın bir iştahla oynanmaktadır.
Küreselleşme,
renksiz bir su gibi kolayca akmakta, gitgide daha hareketli bir form almakta ve
girdiği her kalıba kolayca uyum sağlamaktadır. 1800’lerde, şartlar böyle
gerektirdiği için tek ulus, tek hükümet, tek yasa, tek ulusal sınıf çıkarı, tek
gümrük tarifesi halinde çıkarlarını korumuş; nüfusu bir araya toplamış, üretim
araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde toplamıştır (Marks ve
Engels, 2008: 38). İçinde bulunduğumuz modern zamanlar ise, küresel sermayenin
tam bir hareketlilik kazandığı, sınır tanımadığı, sahip olduğu hareket
kabiliyeti sayesinde güç ile yükümlülük arasında bağlantının kesildiği (Bauman,
2012: 16) ve hiçbir sorumluluk taşımadığı bir dönemdir. Son tahlilde küresel
sermaye sınırları olmayan bir ortama ihtiyaç duymaktadır ve bu ortam ancak
yalnızlaştırılmış, kişiliksizleştirilmiş ve renksiz bir hale getirilmiş
bireylerle var olabilir ya da sistemi devam ettirebilir. Küresel sermaye ya da
burjuvazi, son iki yüzyılda yeterince hatta yeterinden fazla üretmiş ve üretici
kitlelere ihtiyaç duymaz bir duruma gelmiştir. Artık tüketici insanın varlığı,
sistemi yürütebilmek için elzem hale gelmiştir. Tüketici insanın düşünmesinin
önünde binlerce engel vardır, çünkü birey son derece ben-merkezcil, egosantrik
bir evrim geçirmiştir ve sorumluluk duyduğu sayı oldukça azalmıştır. O artık
yalnızca kendisinden-ve belki kendi çekirdek ailesinden sorumlu olan bir
ferttir. Bu haliyle hiç kimse çevresinde yer almaz, kimseye karşı sosyal bir
sorumluk duygusu taşımaz.
Bireyselleşme
ve yalnızlığa geçiş, 80’lerin insanlarında başlangıçta tuhaf bir rahatlama
hissi sağlamış olabilir. Benim çocukluğumda ailemle birlikte bayramlaştığımız
aile sayısının çokluğundan dolayı bayramlaşmaya üç gün yeterli gelmezken,
yıllar içerisinde bu aile ve gün sayısı azaldı ve ergenlik çağlarımda yarım gün
bile yeterli bir hal aldı. Ancak eski dönemlerde kabilenin akil insan olma
sırası kendilerine gelecek beklentisinin yerini, bugün kabilenin yalnız insan
olma sırasının kendilerine geldiği gerçeği aldı. Bugün artık küresel dünya,
yavaş ve emin adımlarla bir fil mezarlığı olma yolundadır. Sayıları gün geçtikçe
artan huzurevleri ve onların artan sayıdaki sakinleri bunun apaçık ispatıdır.
1966 yılında biri Konya’da diğeri Eskişehir’de olmak üzere iki tane olan Türkiye’deki
huzurevi sayısı, 2012 yılının Aralık ayı itibarı ile 294 olmuştur[9].
Hangi
döneminde ne olacağını bilen ne zaman emekli olacağı ve nerede yaşayacağı
konusunda kafasında soru işareti olmayan, her ay düzenli birikim yapan bir
nesil (Sennett, 2002: 14) içinde bulundukları dönemi şaşkınlıkla ve yalnızlıkla
gözlemektedir. Yaşamları boyunca neler yaptıklarının çok fazla bir önemi yoktur;
çünkü küreselliğin getirdiği değişimin sloganı şudur: “uzun vade yok” (Sennett,
2002: 21). Gençlerin ve yaşlıların birbirlerinden farkları oldukça azalmış;
geleneksel saygı mekanizması yerini ötekileştirmeye ve yalnızlaştırmaya
bırakmıştır. Kabilenin büyüklerinin de aradan çıktığı günümüzde, yol gösterecek
kimsenin kalmadığı değerlendirildiğinde, “yaşam koçları”na daha çok iş düşecek
gibidir.
KAYNAKÇA:
Arsebük,
Güven (2012). Uzak Geçmişimize Dair Okumalar. 1. Baskı. İstanbul: Ege
Yayınları.
Baudrillard,
Jean (2008). Tüketim Toplumu. 4. Baskı. Çev. Hazal Deliceçaylı ve Ferda Keskin. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bauman,
Zygmunt (2012). Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları. 4. Baskı. Çev. Abdullah
Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bayraktar,
Levent (2002). “Mustafa Sekip Tunç'un İnsan Anlayışı”. Felsefe Dünyası, 2002/2,
36, 130-136.
Dağtaş,
B. ve Dağtaş, E. (2009). Medya, Tüketim Kültürü ve Yaşam Tarzları, Türkiye
Medyasından Örüntüler. Ankara, Ütopya Yayınevi.
Daniş,
Didem. “Demografi: Nüfus Meselelerine Sosyolojik Bir Bakış.” TUBA Ulusal Açık
Ders Malzemeleri. www.acikders.org.tr (Erişim tarihi:08.04.2013)
Doğru
Halime (1999). Yeniçağ'da Avrupa Devletlerinin Bütün Dünya İle İlişki Kurması:
Büyük Coğrafi Keşifler ve Sonuçları, Çağdaş Dünya Tarihi, Eskişehir. Anadolu
Üniversitesi Açıköğretim Kitapları.
Illich,
Ivan (1991). Tüketim Köleliği. Çev. Mesut Karaşahan. İstanbul: Pınar Yayınları.
Marks,
Karl ve Engels, Frederich (2008). Komünist Manifesto. Çev. İlhan Erman. Ankara:
İlteriş Yayınları.
Meriç,
Cemil (2004). Bu Ülke. 23. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları.
Morris,
Desmond (1985). Çıplak Maymun. 6. Baskı. Çev. N. Yavuz. İstanbul: İnkılâp
Kitabevi.
Morris,
Desmond (2008). İnsanat Bahçesi. İlk basım: 1985. Çev. Nuran Yavuz. İstanbul:
İnkılâp Kitabevi.
Odabaşı,
Yavuz (2009). Tüketim Kültürü, Yetinen Toplumdan Tüketen Topluma. 2.Baskı.
İstanbul: Sistem Yayıncılık.
Odabaşı,
Yavuz (2012). Postmodern pazarlama. 3. Baskı. İstanbul: Mediacat Yayınları.
Orçan,
Mustafa (2004). Osmanlı’dan Günümüze Modern Türk Tüketim Kültürü. Ankara: Kadim
Yayınları.
Öztürk,
Sema (2007). “Ortaöğretim Özel ve Resmi Okul Yöneticilerinin Koçluk
Becerilerinin Karşılaştırılması.” İstanbul:
Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
ÖZCAN,
B. (2011). Hedonizm ve Kimlik Temeline Dayalı Postmodern Tüketim Yaklaşımı.
Sosyoloji Konferansları, (35), 119-130.
Şen,
Bülent (2012). “Metropol Kent Merkezlerinde Çöküntüleşme Eğilimleri:
İstanbul-Eminönü-Süleymaniye Bölgesi Örneği”. Süleyman Demirel Üniversitesi
İktisadi İdari Bilgiler Fakültesi Dergisi, 17, 2, 293-320.
Werbner,
P. ve Modood, T. (1997). Global crises, the struggle for cultural identity and
intellectual porkbarelling: Cosmopolitans versus locals, ethnics and nationals
in an era od de-hegemonisation. Londra: Zed Books.
Yılmaz,
N. (2010). Farklılaştıran ve Ayrıştıran Bir Mekanizma Olarak Kentleşme. Sosyal
Siyaset Konferansları Dergisi, (48).
Zıjderveld,
Anton C. (2010). Klişelerin Diktatörlüğü. Çev. Kadir Canatan. İstanbul: Açılım
Kitap
Devlet-i
Aliyye-i Osmaniyye’nin Bin Üçyüz Onüç Senesine Mahsus İstatistik-i Umumîsi,
İstanbul, Alem Matbaası, 1316/1900.
* Anadolu Üniversitesi,
İletişim Tasarım ve Yönetimi Doktora Öğrencisi.
[1]http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2&ENVID=adnksdb2Env&report=wa_turkiye_il_koy_sehir.RDF&p_kod=1&p_yil=2011&p_dil=1&desformat=html adresinden 08.04.2013 tarihinde erişilmiştir.
[2] Baudrillard
bu kelimeyi drugstore (ilaç satılan mağaza) olarak kullanmaktadır.
[3] Sesli
sözlük, http://www.seslisozluk.net/?=0&word=consume&lang=tr-en
adresinden 11.04.201 tarihinde erişilmiştir.
[4] Whore’s
Glory belgesel filminden, Yönetmen: Michael Glawogger,2011, http://www.imdb.com/title/tt1327628/
adresinden künye bilgilerine ulaşılabilir.
[5] Almanca:
Yaşam alanı, Nazi doktrininin esaslarından biri .
[6] Getto: Bir
şehirde mahrumiyet içerisinde yaşayan azınlık mahallesi, http://www.seslisozluk.net/?=0&word=getto&lang=tr-en
adresinden 11.04.201 tarihinde erişilmiştir.
[7] “29 yaşındaki İngiliz Jackie Samuel, dünyanın
en ilginç işlerinden birini yapıyor. Jackie'nin işi, 35 pound (100 lira)
karşılığında müşterilerine sarılmak.” Haber 365 adlı sitenin web
sayfasından http://www.haber365.com/Haber/Bu_Kizin_Isi_Sarilmak_Galeri/
12.04.201
3 tarihinde erişilmiştir.
[8] Özgün
Duruş internet sitesi, http://www.ozgundurus.com/Haber/Haber-Analiz/01082011/II-Mesrutiyet-ve-Ittihat-Terakki.php
adresinden 13.04.2013 tarihinde
erişilmiştir.
[9] Türkiye’de
Yaşlıların Durumu Ve Yaşlanma Ulusal Eylem Planı Uygulama Programı, (2012),
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, http://www.eyh.gov.tr/tr/html/8384/Yasli+Hizmetleri
adresinden 07.10.2013 tarihinde erişilmiştir.