DÜNYA KÜRESEL BİR KÖY OLURKEN BİREYSELLEŞEN HAYATLAR
Emrah Akçay
emrahakcay59@gmail.com
Bugün uzun bir süreden sonra ilk defa şehirlerarası otobüse bindim. Esasen otobüslerden oldum olası nefret ederim. Bunda geçmişte yaşadığımız hazin otobüs yolculuklarının etkisi vardır sanırım. Eskiden otobüsler pek şenlikliydi. Benim yaşıtım ve benden büyükler ne demek istediğimi mutlaka anlayacaklardır. O zamanlar yolcular otobüslerde tam anlamıyla Allah’a emanet giderlerdi ve “Allah'a Emanet Turizm” şeklinde bir esprisi bile vardı. Hız limiti, kural, kaide, hiçbir şeyi umursamazlardı. Otobüsler şoför-muavin cuntasının elindeydi. Siz sadece otobüse para vermiş ve hasbelkader o yola çıkmış zavallılardınız. Görünüm itibariyle otobüse otostop çekmiş gibi olurdunuz. Hiçbir konuda söz hakkınız yoktu. Kaptanın sinirlendiği yolcuyu arabadan indirdiğine bizzat şahit olmuşluğum vardır. Otobüste sadece kaptanın sevdiği müzik dinlenir, istediği kadar sesini açardı ve herkes bu isteğe boyun eğerdi. Öyle kolay kolay yolcunun sevdiği albümün kasetini verip de çalmasını rica etmesine rastlanmazdı. Muavin kaptana yapmadık yalakalık bırakmazdı. Çay ya da nescafe ilk önce (nedense) kaptana ikram edilirdi. O kâğıt bardak peçetelere sarılır, pek bir afilli verirdi. Bazen otobüs sahibinin muavinlik yaptığı ve şoförün maaşlı eleman olduğu otobüslere binilirdi ki, işte o tadından yenmezdi. Küfürleri bağırış, çağırış… Bir dönem bayan hostesler de gördük. Varan gibi üst düzey şirketlerin hostesleri THY hostesleri ile yarışırken, gariban şirketlerinki gayet Ankaralı olurdu. Hatay’dan Bursa’ya tuhaf aksanlı hostesin şarkı söylemesi ve elindeki kötü mikrofonla “Evet-hayır” oynatması gibi travmatik işkencelere de maruz kaldığım yolculuk anım bile var. Sigara içilmesi zaten başlı başına bir yazı konusu. Yol boyunca başta kaptan ve muavin, herkes, hepimiz deli gibi sigara içerdik. Ben her daim sıkıntıdan patlardım. İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı oldum olası otobüsleri sevmem.
İlerleyen yıllarda otobüslere televizyon takıldı ve video seyretmeye başladık. Bu gerçek bir devrimdi. O sıkıcı yolculuğun en azından bir iki saati eğlenceli geçmeye başladı. Filmler yine şoförün ve şirketin beğenisi idi ama yine de çok keyifli idi. Eğer video ya da kaptanın kafası bozuk değilse seyrederek giderdik. Oldukça önemli bir gelişmeydi bence. Ama yine de tek bir TV vardı ve herkes ona tabi olmak durumundaydı. En son otobüslere DVD oynatıcılar takıldı, ben orada kaldım. Bir arabam oldu, otobüse de mecbur kalmadıkça binmedim.
Bugün bindiğim otobüs beni oldukça şaşırttı. Tabii ki bu servisleri duyuyordum ama görme fırsatım olmamıştı. Öncelikle her koltuk için bir monitör koymuşlardı. Bunun için kişi başı birer tane kulaklık dağıtılmıştı, hızlı trenlerde bir zamanlar dağıttıkları gibi. Bu monitörden yaklaşık on tane kanal izlenebiliyordu. Ayrıca otobüsteki kablosuz internetten istenilen yerde bağlanmak de mümkündü.
Ben geçmişteki yolculuk muhabbetlerini hatırladım. Eski yolculukların olmazsa olmazıydı yol muhabbetleri. Bir defa hiçbir yere kaçamazdınız. "Nerelisin hemşerimden” konu açılır, yol boyunca devam ederdi. Hele bir de yanınıza sizden büyük birileri oturduysa, o zamanların terbiyesi gereği uyuma numarasına bile yatamaz, mecburen adamın ya da kadının hayat hikâyesini, oğlunu, gelinini, kahramanlıklarını, hovardalıklarını, hülasa hayat hikâyesini dinlemek zorunda kalırdınız. Benim gibi askeri okul öğrencileri herkesin askerlik anılarını dinlemek zorundaydı. Dinlemekten gına gelir, yol çok şükür biter, eve varırdınız.
Artık şartlar böyle değil. Bakıyorum da herkes, yaşlı amcalar da dahil kendisini bu küçük multimedya aygıtlarına gömmüş durumda. Yol öylece başlıyor ve bitiyor kendi kendine. Kimse, kimse hakkında bir şey öğrenemiyor. Şaka bir yana bizler herkesin memleketi hakkında bir şeyler öğrenirdik. Hiçbir şey olmasa insanları dinlerdik. Dert ortağı olurduk birilerine. Ya, öyle mi amca dedikçe o amca kendini en azından yol boyu iyi hissederdi. Oysa dikkat ettim, yol boyu duyulan tek ses küçük bir çocuğun fütursuz konuşmaları (sanırım onu daha zehirleyememişiz), bir de arkamda oturan sosyal girişkenliği yüksek(!) yolcunun yol boyu patavatsız telefon görüşmeleri. Sahi, nezaket nereye gitti? Kimseleri rahatsız etmemek için yan koltukta oturanla dahi fısıltıyla konu8şmalar. En son otobüste bırakmıştım. Kim aldı da götürdü? Koskoca adam bu kadar kalabalıkta, iş ya da aile meselelerinin bu kadar yüksek sesle konuşmayacağını bilmez mi?
Konunun başka bir boyutu daha var. Aynı televizyon kanallarını zaten evde de izliyoruz. Telefonda muhabbet ettiklerimiz zaten tanıdıklarımız. Bize hiçbir faydası yok o anda. Oysa birilerinden yeni bir şeyler öğrenme ihtimalini ortadan kaldırıveriyoruz. Şu küçücük otobüste yanımızdakine dahi yabancılaşıyoruz. Bilgiyi çoğaltacağımıza daha da küçültüyoruz.
Oysa bu cihazlar küreselleşmenin ispatı ve hediyeleri değil miydi? Ne oldu da bizi birbirimizden uzaklaştırdı? İronik değil mi, elimizdeki küçücük telefon ya da tabletle dünyanın bilgisine hakimiz, ne istersek öğreniyoruz, ama yan koltukta oturan adamın adını bilmiyoruz. Kanada'daki Mike'ın anasının hasta olduğunu biliyoruz, yan koltuktaki amcanın derdinden haberdar değiliz.
Yalnızca otobüse indirgemek de yanlış olur. Benzer şekilde yaşadığımız ortamlardan da haberdar değiliz. Bu kültürün kendine özgü bir sigortası vardı. Herkes iyi bir gözlemciydi. Birbirimize dikkat ederdik. Her şeyin ve herkesin bir normali vardı. Sokakların müdavimleri belliydi. Farklı biri geldiğinde merak eden birileri olurdu, birinin morali bozuk olsa bunu herkes anlardı. Meraklı bakkallarımız vardı bizim, bir de meraklı komşu teyzelerimiz, “Ne oldu be kuzum?” diyen güzel insanlar. Sahi, onlar nereye gittiler? Şimdi topluma kim çıkıyor, sabahın köründe işe gidip gelen aileler mi?
Çalıştığım bir şehirde, müdahale ettiğim bir intihar vakasını hatırladım. Aile, karı koca, büyük bir şirkette yönetici olarak çalışıyorlar. Bir tek oğulları var, lise öğrencisi. Çocukları şehrin pisliğinden uzak büyüsün diye köyde iki katlı bir ev yaptırıyorlar. Üst katta da dedesi oturuyor, o da esnaf ve tüm gün evden uzak. Çocuğun maddi hiçbir sorunu yok. Ne kadar multimedya cihazı varsa alınmış. Fakat bir derdi var ve kimse farkında değil. Çocuk, daha doğrusu delikanlı bir gün okuldan dönüyor, fotoğraf makinesi ile bir duvarın dibinde kendi fotoğrafını çekiyor. Daha sonra bu fotoğrafı bilgisayar ekranına yerleştiriyor. Fotoğraftaki boş alana bilgisayarda ailesi için bir not bırakıyor. Bilgisayarın müziğini sonuna kadar açıyor ve çatı arasına çıkıp kendisini asarak intihar ediyor. Bu kadar zeki bir ergen, ölümün eşiğine gelmiş ama kimse farkında değil.
Kendimizi televizyon ekranlarına ya da bilgisayar monitörlerine gömmeden önceki mutlu günlerde olsa o çocuğu belki birileri fark edebilirdi. Normalden farklı hareketlerini meraklı akrabalar görebilirdi. Toplumsal kontrol mekanizması bir şekilde aileyi ikaz edebilir ve önlem alınmasını sağlayabilirdi. Ne de olsa ergenlerin yakalanmadan sigara içemediği zamanlardan bahsediyorum.
Dönüş yolundayım, yine TV seyrediyorum. Televizyonda bir kadın yaşam koçluğunu anlatıyor. Yaşam koçunun iyi bir yol arkadaşı olduğunu söylüyor. Ne tuhaf! Parmaklarımızın ucunda dünya var ama akıl danışacak bir dost yok. Dostunu bile parayla tutuyorsun. Hayatta belki de hiçbir şeyi yolunda gitmeyen, tek meziyeti gevezelik olan bir adama bir dünya para verip akıl alıyorsun. Onunla bir kahve bile içemiyorsun belki. Çünkü bilgisayar üzerinden o süper arkadaşın fikirlerini alıyorsun. Zayıflama koçu var örneğin. Senin iradenin yetmiyor, üzerine o iradeli arkadaşın iradesini de ekleyerek zayıflıyorsun. Televizyondaki abla balina gibi. Lazer ameliyatı ile göz sıfırlayan göz doktorunun gözlük takması hadisesi. Kelin ilacı mı desem, terzi-sökük kısır döngüsü mü? Bizim memlekette iş kurmak için kapitali olmayanlar emlakçılık yapar. Çene harici bir sermaye istemez. Kahvehanede bile yapılır, dükkâna bile gerek yok. Biraz bunu andırıyor koçluk işi bana. Sermayesi çene. Sahi, böyle zayıflayabilen var mı acaba? Yeni bir iş bulan, evliliğini kurtaran var mı? Ya başarı öyküleri?,
Dünyayı küçülttükçe uzaklaşıyoruz birbirimizden. Gitgide daha bireysel ve nobran insanlar oluveriyoruz. Bir gün bilgisayar ekranda sadece bir rumuz ve bir avatardan ibaret bir varlık olduğumuzda, çocuklarımızın evlendiğini Facebook’taki durum sayfasından öğrendiğimizde, ailemizle tweet atarak haberleşebildiğimizde kafamıza bazı gerçekler dank edecek ama sanırım biraz geç olacak.
Çok mu kötümser oldu ne?